Öncelikle beni buraya davet eden Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Psikanaliz Birimi’nin üyelerine teşekkür ederim. Buraya bireysel bir girişim olan psikanalizin topluluk içinde ya da kurumsal yaşamda nasıl varedilebileceği üzerine bir şeyler söylemeye geldim. Tabii psikanalizin varedilmesi sözcü­ğünü kullanırken bildiğimiz klasik psikanaliz tedavisinin kurum içinde varedilmesinden söz etmiyorum. Bazı analistlerin bu pra­tiği benimsediklerini biliyorum. Benim amacım, psikanalitik dü­şünce biçiminden hareketle hastaların sağaltımını halihazırdaki koşullara uyarlayabilmenin yollarını soruşturmak, bir hasta ile bir kurumun karşılaşmasında terapötik olabilecek şeyin altını çizmek, ya da travmatik de olabilecek bu söz konusu karşılaşma­nın kimi yönlerine işaret etmek. Tabii bunlardan söz ederken psikanalizin kendisini üzerine inşa ettiği kimi bulgulara ve kli­nikten kaynağını almış kuramlara gönderme yapacağım. Mu­hakkak biliyorsunuzdur ama yeri gelmişken yeniden söylemek isterim: Psikanaliz kuramları psikanalistlere vahiy gibi inmez. Kuramlar psikanalistin klinik çalışmasının üzerinde düşünür­ken, derinliğine düşünürken ve özellikle hastayla birlikte düşü­nürken ortaya çıkan kimi ön kavrayışlardan türerler. Şimdi bu­rada bir psikiyatri kurumu üzerine düşünürken ben hangi pra­tikten yola çıkacağım size bazı şeyler söyleyebilmek için? Sizinle birlikte çalışmıyorum, ayrıca psikiyatri kurumunda çok kısa bir deneyimim oldu, o da yurtdışında oldu. Dolayısıyla bana hangi konumdan hareketle konuştuğum sorulabilir ve bu soru çok da haklıdır. Burada nasıl çalıştığınız, ekip çalışmanızın hangi pren­siplere dayandığı, genel anlamda nasıl bir ruh sağlığı politikası­nın izlendiği ile ilgili herhangi bir fikrim yok. Bildiğim tek şey, hastaların hospitalizasyon sürecinde onları oraya getiren psiki­yatrik meselenin (ki bu bir psikotik dekompensasyon da olabilir, ağır nevrotik bir dekompensasyon da…) yatışmasının ve ileriye dönük koruyucu bir iyileşmenin arzulanmakta oluşudur. Bu ya­tışmayı salt biyolojik yöntemlerle yapmadığınızı, kurum içinde destek ağırlıklı psikoterapi uyguladığınızı ve hastanın hospitali­zasyon sürecinden sonraki dönemiyle de ilgilendiğinizi biliyo­rum. Bilmediğim bunları nasıl yaptığınız, hangi ilkelere göre ör­gütlendiğiniz, aranızdaki hiyerarşik düzenin uyguladığınız teda­vilerdeki izdüşümü gibi meseleler, ki bunları daha somut bir şe­kilde daha sonraki vaka çalışmasında görebileceğiz.

Ben yeniden meseleme dönüyorum ve psikanalizin bir ku­rum içinde varedilebilmesi konusuna geçmeden önce, bir ku­rum ne demektir sorusunu açmak istiyorum. Kurum, kurmak eylemini hatırlatarak, kurulan düzene gönderme yapar ve dü­zen dediğimiz zaman da, bu düzenin kurulmasının ardındaki felsefe, amaç ve bu amaca yönelik görev ve yetki paylaşımı gündeme gelir. Tabii bütün bu örgütlenme akozmik (kozmo­sun, dünyanın, yaşanılan dünyanın dışında) bir yapıya sahip değildir, en azından akozmik olmaması beklenir. Zira kurum­lar dışarıyla bağlarını sıkı tuttukları müddetçe simgesel bir dünyanın, yani anlamların olduğu bir dünyanın içinde varola­bilirler. Bu meseleye belki yine vaka çalışmasında değinebiliriz. Bir psikiyatri kurumu da dolayısıyla ruh sağlığına ve ruhsal hastalıklara belirli bir bakışı dolaylı ya da dolaysız yansıtır. Ör­neğin, ruh hastalığının kaynağının bozuk aile ilişkileri olduğu­nu savunan bir psikiyatrik kurumda çalışmıştım bir zamanlar. Orada ergenleri hospitalizasyon süreci boyunca sistematik ola­rak ailelerinden uzak tutarlardı. Buradaki bakış açısı, psikiyat­rinin “iyi ya da mükemmel bir aileyle, ideal ebeveyn”le yer de­ğiştirmesi esasına dayanıyordu. Psikiyatri elindeki olanaklarla hastanın hastalıklı ebeveynlerini ikame ederek tüm güçlü bir konumlanmayla ruhsal zayiatı telafi edebilecekti. Ya da örneğin Fransa’daki Esquirol zamanına sıçrayalım, yani 1838 yılın­dan önceki psikiyatri kurumuna bakalım: orada da deli diye nitelendirilen kişilerin toplandığını ve dış dünyadan yalıtıldığını görüyoruz. Bu yalıtmanın ardında “delilik” diye tanımlanan ruhsal durumların toplu bir biçimde tecrit edilmesi ve toplu­mun delilik diye tanımlanan bu beladan bir şekilde korunmasıyla ideal bir toplum tasarısının olanaklı olduğu düşüncesi ya­tar. Toplumu bütün bu tuhaflıklardan ayıklarsak pırıl pırıl, “aklı başında” bireylerden oluşmuş bir topluma kavuşuruz tü­ründen bir düşünceyle karşılaşırız burada. Aydınlanma çağının felsefesi de zaten ussal olmayan bütün öteberinin yaşam alanı­nın dışına atılması ve bilincin aydınlatamayacağı bir alanın ola­mayacağı ilkesinden yola çıkmıyor muydu?

Biraz önce kurumlar üzerine hangi pratikten yola çıkarak konuşabileceğim sorusunu ortaya atmıştım. Bildiğiniz gibi bir­kaç psikanalist bir araya gelip bir topluluk oluştururken, aynı zamanda bir de zihniyet oluştururlar. Bu zihniyet genellikle bilinçdışı bir şekilde işler. İşte ben de bir hastayla bir kurumun karşı karşıya gelmelerinde ortaya çıkan bu bilinçdışı anlamlar üzerinden konuşmaya çalışacağım. Zira psikanaliz, insanları hasta eden şeylerin böyle bilinçdışı anlamların etrafında oluştuğunu tespit etmiştir.. Düşünme fonksiyonlarının hasara uğra­dığı durumlarda anlamların da kayıp gittiğini söyleyebiliriz. Eğer hastalarımızın yeniden düşünce fonksiyonlarına kavuş­malarım istiyorsak, onlarla yapıp ettiklerimizin anlamlarını da düşünmemiz gerekmez mi?

Burada Freud’un temel bir keşfine gönderme yapacağım. İnsan ilişkilerinde hepinizin bildiğini varsaydığım bir olgu var, adı aktarım. Freud bu olguyu şöyle tarif eder: psikanaliz tedavi­si içinde analizan analistine kendi tarihinde önemli olmuş kişile­re karşı beslediği duygu ve duygulanımların birer tıpkıbasımını ya da yeniden basımını aktarır. Bir başka deyişle, analizan ana­listini bir başka kişinin veya kişilerin yerine koyar; tabii anali­zan bunu farkında olmadan yapar, bilinçdışı bir akımın hareketiyle güdülenmiştir. Ama bu salt psikanaliz tedavisi içinde orta­ya çıkan bir durum değildir. Evrenseldir; insan ilişkilerindeki çıkmazlardan kaynaklanır. Psikanaliz tedavisinde bu durumun altı çizilir, yorumlanır ama her şeyden önce aktarımın yaşanma­sına izin verilir. Aktarım olgusunu biraz daha somutlaştırmak amacıyla benimle psikoterapiye başlayan genç bir kadından bahsetmek istiyorum: Âşık olarak evlenen bu genç kadının ko­cası evliliklerinin hemen başında yurtdışındaki bir firmada iş bulmuş ve geçici olarak yurtdışına yerleşmişti; kontratı hatırla­dığım kadarıyla altı aylık bir süre içindi. Daha sonra bu altı ay bir seneye uzamış ve bu süre bu genç çiftin arasında gittikçe üzerinde konuşulması zor, neredeyse nevrotik bir meseleye dö­nüşmüştü. Koca sanki yurtdışına yerleşmiş gibiydi ve kesin ola­rak ne zaman döneceğine dair herhangi bir bilgi vermiyordu. Genç kadın bu konu hakkında sorduğu sorulara net yanıt ala­mıyor ve geçiştirildiğini hissediyordu. Kocanın ise eşinin sergi­lediği duygulara karşı bariz bir inkâr tutumu vardı. Sonuçta bu kadın eşinden gittikçe uzaklaşıyor, öfkeleniyor ve aldatıldığını düşünüyordu. Hayattan zevk almamaya, iş yerinde öfke patla­maları yaşamaya başlamıştı. Bunun üzerine yakın çevresinden biri hipnoz tedavisinin kendisine iyi geleceğini söylemiş ve onu bir hipnoz uzmanına yönlendirmişti. İlk hipnoz seansında hip­noz uzmanı genç kadına bir ip üzerinde sallanan parlak bir taşa bakmasını ve uykuya girmesini söylemiş, genç kadın hipnoz uz­manına bakarken, bu kişinin yüzünün birden eşinin yüzüne dö­nüştüğünü görmüştü – bu optik dönüşümün kendi yanılsama­sının ürünü olduğunun farkındaydı. Bu ilk seansın akabinde hastam bu uzmanı bırakarak kendi deyimiyle daha az ürkütücü bir tedavi yolu arayışına girmiş ve bir müddet sonra da benim kapımı çalmıştı. Genç kadın bana bunları anlattığında psikoterapinin üçüncü ayındaydık. Kocasına karşı öfkesinin had safha­da olduğu ve kocasının bütün ikircikli tutumlarını bana bir bir anlattığı bir dönemdi bu. Herhalde bir aktarım olgusu bundan daha bariz bir biçimde anlatılamazdı. Ben “Hipnoz uzmanı tıpkı kocanız gibi sizi uyutmaya kalkıştı” yorumunu yaptım; hışımla bana döndü ve “artık gözlerimi açık tutmak istiyorum” karşılı­ğını verdi. Yuvalarından uğramış bu bir çift göz karşısında belli belirsiz bir irkilme yaşadığımı hatırlıyorum. Artık ben de bu ak­tarım zincirinin bir parçasıydım ve gözler bana dikilmişti; ko­laysa beni uyut der gibi bakıyorlardı.

İşte aktarım böyle bir şey: bir miras devralıyorsunuz ve bu mirası değerlendirmek sizin elinizde. Ama onu değerlendir­mek için en başta bu aktarımın nesnesi olan kişinin, yani sizin, yani sağaltıcının bu devir teslim işleminin başoyuncusu oldu­ğunu bilmesi lazım. Yani, devir aldığınız mirasa sahip çıkmak­tan söz ediyorum.

Neden bunları anlatıyorum? Bunları anlatıyorum, zira bir hasta bir kuruma başvurduğunda ya da getirildiğinde bir akta­rımla gelir. Ve bu aktarımı kaldırıldığı servisin tüm personeline dağıtır. Aktarımın nesnesi olan bu farklı kişiler-uzman hekim, hemşire, psikolog ve diğer personel- bu aktarımı en gerçek, en katıksız biçiminde yaşarlar.

Kurum üzerine ne tür aktarımlar yapılabilir? Biraz önce de vurguladığım gibi, aktarım kişinin kendi tarihini oluşturan ki­şilerin yeniden sahneye çıkarak bir anlamda söz konusu kişinin hayatını yeniden yönlendirmesidir. Hasta kuruma başvurdu­ğunda ya da bir yakını tarafından getirildiğinde bir aktarımı da beraberinde getirir. Örneğin yeterince iyi bir anne tarafından beslenmemişlik, yoksun bırakılmışlık türünden bir aktarımla hastaneye gelmiş bir hasta hastane süreci içinde bu yoksunluk duygusunu gerçekleştirmeye çalışacaktır. ‘Gerçekleştirme’nin al­tını çiziyorum zira aktarım böyle bir şeydir: dış gerçeklik nasıl olursa olsun iç gerçeklikteki bilinçdışı senaryo sahnelenmek için dürtüsel bir hareketle ortaya çıkar. Burada dürtünün de al­tını çiziyorum zira bütün bu hareketlerin temelinde yatan cin­sel içerikli yaşam enerjisi, bu olup bitenleri biçimlendirir. Zaten bu yüzden hastalar başta hekimleri olmak üzere kendileriyle il­gilenen tüm personele cinsel içerikli duygular beslerler (bu duygular aşk ya da erotik istek gibi açık göstergelere sahip ola­bildikleri gibi cinsellikle ilgisi olmayan başka bir görünüşe de sahip olabilir. Çünkü cinsel içerikli duygular cinsel olmayan görünüşlere bürünebilirler. Gündelik yaşamda genellikle bu böyledir). Bazen bu sağaltıcılara tutkuyla bağlanırlar, bazen de onlardan nefret ederler. Aktarımlar kimi zaman ebeveyn niteli­ğini taşır, kimi zaman da kardeş… Ama içerdikleri duygula­nımlar çok çeşitlidir ve aşk-nefret duyguları sadece bu duygu­lanım yelpazesindeki en kaba hatları oluşturur.

Kurumun üzerine anne nitelikli aktarım en bariz aktarımlardan biridir. Yeni doğan bebeğin acizlik durumuna benzete bileceğimiz dekompensasyon sürecindeki regresyonda hasta mutlak bağımlı bebeğin annesinden beklediği ilk bakım nite­likli bir tedavinin arayışına girecektir. Verilen ilaçlar, vizit za­manları, hasta için sarf edilen sözler, hasta tarafından kurum üzerine yapılan aktarımın filtresinden geçecek ve besleyici özellikleri olup olmadığı test edilecektir. Burada kurum anne niteliği taşımak ve hastanın ihtiyaçlarını yüzde yüz karşıla­mak zorundadır. Ama tabii buradaki anne Winnicott’un sözü­nü ettiği doğum sonrası bebeğinin ihtiyaçlarına yüzde yüz ce­vap veren “hastalıklı” annedir. Bu anne bebeğiyle tam anla­mıyla özdeşleşmiş, bebeğiyle neredeyse bir olmuştur. Psikotik hasta da bir biçimde böyle bir beklentiyle bir psikiyatri kurumuna gelir. Bebeğin ilk zamanlarında gerekli olan annenin bu hastalığı, yavaş yavaş annenin eşine, işine yeniden yatırım yapmasıyla ortadan kalkar.

Kurum üzerine yapılan aktarımlardan bir diğeri de baba nitelikli olandır. Özellikle obsesif kompulsif nitelikli dekom­pensasyon sürecinde, hastanın suçlu düşünceleri onların realizasyonunu engelleyecek bir babayı çağırmaktadır. Hasta sade­ce beslenmek bakılmak değil, ama aynı zamanda onu denetle­yecek, ona yol gösterecek, sınır koyacak ve en önemlisi toplum­sal alana yeniden yatırım yapmasını teşvik edecek birinin ge­reksinimi içindedir. Bu baba nitelikli talepler, hastanın kuruma füzyon nitelikli bağından sıyrılmasını sağlar. Burada baba der­ken anneyle çocuk arasına giren, ensest yasağının sözcüsü olan ve genel anlamda çocuğu toplumsallığa hazırlayan kişiden söz ediyorum. Psikiyatri kurumu da bir anlamda, hasta için böyle bir nitelik taşıyacaktır.

Hastanın anne ve baba nitelikli bu aktarımları tabii bir öy­kü içinde gizlenecek ve kurum içinde uygun kişiyi arama yolu­na girecektir. Kimi zaman genç bir asistan veya hemşire, kimi zaman uzman hekim farklı aktarımların nesnesi olacaklar ve hastanın tarihini bir anlamda yeniden yazma yoluna girecek­lerdir. Ama çoğunlukla bu aktarımlar çoğul bir biçimde kuru­mun çeşitli kişilerine dağılacak ve bu aktarımları toparlayabilmenin en önemli yolu da söz konusu hastayla ilişkisi olan bütün kurum çalışanlarının düzenli olarak hastayı konuşabilecekleri toplantılar düzenlemesi, bölünen ve parçalanan aktarımları hastanın öznelleşme sürecinde birleştirmesi olacaktır.

Tabii kurum içinde hastanın aktarımlarının akıbetinin ne olacağı sorulabilir. Burada bir parantez açıp hastaların kurum içinnde dört bir tarafa yansıttıkları aktarım ilişkilerinin arkaik niteliğinden söz etmek istiyorum. Bu aktarımlar “gerçek” aktarımlardır, dolayımsız, doğrudan, sert ve erteleme kabul etmeyen, mutlak bir şekilde gerçekleşme isteyen aktarım biçimleridir. Bunlar ateşten bir top misali kurumdaki bir kişiden diğerine fırlatılırlar. Yani tehlike unsuru da içerirler, zira doyurulmadıkları ve geri çevrildikleri durumlarda kurum içinde çatışmaya neden olabilirler. Ama kurum içindeki işbirliği bu aktarımların kapsanmasını sağlayabilir. İşbirliğinden kastettiğim kurum içinde farklılıklardan oluşmuş öznelliklerin (her bir kişi biriciktir) optimal biçimde birbirlerine yakınlaşma olanaklarıdır, işbirliği içinde çalışan kurumlar böylece sadece aktarım nesnesi değil, aynı zamanda aktarımı daha önceden kurgulayan, hazırlayan bazı imagoları taşımaya başlarlar. Kurumların kendileri başlıbaşına imago üreten bir yapıya sahiptir.

Psikanalistler, özellikle grup psikanalistleri son yirmi beş yılda gruplardaki ve kurumlardaki ruhsal hayatla yakından ilgilenmekteler. Tabii bu ilgi en başta Freud’un sosyal içerikli metinlerinde mevcuttu. Başta Totem ve Tabu olmak üzere, Kitlelerin Psikolojisi ve Benliğin Analizi ve Uygarlığın Huzursuzluğu gibi metinlerde Freud toplumsal hayatla bireyin kesiştiği alanlardaki çatışmaları inceler. Bu birey Totem ve Tabu‘da henüz yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Bu metinde Freud bir ilk insan topluluğu tasarlar; topluluğun başında acımasız bir kabile şefi vardır. Bu şef kabilenin bütün kadınlarına sahiptir ve kendisine kafa tutacak yaşa gelen erkek çocukları bir bir öldürmektedir. Bir gün erkek kardeşler aralarında anlaşırlar ve babayı katlederler. Bu cinayetin ardından bir araya gelip bir antlaşmaya varırlar: Bundan böyle kimse kimsenin kadınına göz koymayacak, kimse kimseyi öldürmeyecektir. Zalim kabile şefi tüm bireysellikleri silerken, ant içmiş kardeşler topluluğu ortak bir yasayla bireyin ortaya çıkışını müjdelerler. Kitlelerin Psikolojisi ve Benliğin Analizi’nde Freud benlik ideali taşıyan önderlerle özdeşleşmelere gönderme yaparak bireydeki özdeşleşme hare­ketlerini inceler. Uygarlığın Huzursuzluğu’nda ise saldırgan ve cinsel nitelikli dürtülerin medeniyet tarafından nasıl bastırıldı­ğını ve nasıl nevrozlu olduğumuzu anlatır. Bu metinler grupla­rın ve kurumların psikanalizi üzerine daha sonra yapılan temel çalışmaları hazırlar.

Biraz önce kurumlarm imago üreten yapılarından söz et­tim. İmago derken bilinçdışı imgelerden söz ediyorum. Bu imgeler salt birer hayali imge olarak kalmazlar, her fırsatta günlük hayata nüfuz edip kendilerini hissettirirler. Kurumla­rın da tıpkı gruplarda olduğu gibi bilinçdışı bir hayatları var­dır. Her kurumun bir tarihi, gelenekleri ve bu geleneklerin beslendiği geniş bir imgelem alanı vardır. Yeniden Totem ve Tabu’ya dönelim: bu metinde Freud kurumlaşan bu ilk toplu­luğun temelinde yatan şiddetin altını çizer. Kardeşler toplu­luğu bir araya gelip zalim babayı öldürdükten sonra bir ku­rum meydana getirirler. Önce ensest yasağı koyarlar ve aile ilişkilerini düzenlemeye koyulurlar. Ama bu kurulu düzen başlangıçta kardeşler topluluğunun zalim babayı ortadan kaldırmasının zaferi üstüne kurulmuştur. Daha sonra bu kar­deşler totemik bir ziyafetle bu babayı oturup yerler, bir başka deyişle bu kardeşlerin her birinde bu zalim babadan birer parça vardır; yani babayı içselleştirmişlerdir. Zalim baba öl­müştür ama onu öldürenlerin zihinlerinde bu baba hâlâ can­lıdır; artık o baba bir imagodur ve her imago gibi o da hayal dünyasından paylaşılan gerçekliğe, yani dışarıdaki, ruhsal hayatın dışındaki hayata sıçramaya hazırdır. Bir başka deyiş­le herhangi bir kurum, amacı ne olursa olsun, ister psikiyatri ister eğitim kurumu olsun, işleyişinde saldırgan nitelikli dür­tüler barındırır. Kurumların bu saldırgan nitelikli duygulara, hatta birçok topluluk psikanalistinin de vurguladığı gibi temeldeki şizo-paranoid duygulara karşı savunmak amacıyla ortaya çıkmış olmaları, bize bu duyguların tümüyle ortadan kalkacağı yönünde teminat vermez. Kurumlar topluluklarda halihazırda bulunan bu yoğun heyecan yüklü duygulanımları ussallaştırmanın yolunu ararlar sadece. Bir anlamda kurumlar ruhsal aygıtımızdaki benlik mercii gibidirler; benlik nasıl bilinçdışımızdan gelen talep ve istekleri bir düzene ko­yup dış dünyaya uyum sağlama çabası gösteriyorsa, kurum­lar da barındırdıkları kişilerin bir arada olmalarının sonuçla­rını kurallarla, yönetmeliklerle ve bunları uygulayacak bir hi­yerarşik sistemle kontrol altına alırlar. Ve tüm bu çaba yoğun bir duygulanım içerir.

Biraz önce hastanın kurum üzerine çoğul nitelikli aktarı­mından söz etmiştim ve bu aktarımın da parçalar halinde ku­rumdaki hastayla ilişki içinde olan her bir kişiye çiğ bir şekil­de fırlatıldığına değinmiştim. Bu aktarımın toparlanabilmesi ve anlamlandırılabilmesi için de bu söz konusu aktarıma muhatap olanların bir araya gelmelerinin elzem olduğuna değinmiştim.

Buradan hareketle aynı mekanizmayı kurum açısından da ele almak mümkün: yani kurumun da bir imgelemi olduğunu kabul edersek, onun da aynı zamanda bir karşıaktarıma sahip olabileceğini düşünebiliriz. Karşıaktarım kaba söylemde analistin analizanın geliştirdiği aktarıma karşı geliştirdiği aktarım şeklinde ifade edilir. Freud’un başlangıç metinlerinde karşıaktarım tıpkı aktarım gibi aşılması, nötralize edilmesi gereken za­rarlı bir olgu şeklinde ifade ediliyordu. Daha sonra Ferenczi’yle ve özellikle Anglosakson ekolünün de önemli katkılarıyla bu bakış açısı önemli bir şekilde değişti. Artık karşıaktarımın hastanın özellikle “sözel öncesi” nitelikli yaşantılarını sezmemizi, onların dillenmesinden önce onlardan haberdar olmamızı sağ­layan önemli bir işlevi olduğunu biliyoruz. Ama bir de temel bir karşıaktarım olgusu vardır ve analizanın aktarımıyla her­hangi bir şekilde bağlantısı yoktur. Bu karşıaktarım, analistin analizandan bağımsız geliştirdiği, kendi tarihini ilgilendiren, özellikle psikanalizle kurduğu ilişkiyi yakından ilgilendiren bir niteliktedir. Örneğin Melanie Klein çocuk psikozuyla ilgilenir­ken profilaksiye çok önem verirdi ve bu yüzden erken analizin önemini sık sık vurgulardı. Bu ünlü analistin psikanalizle kur­duğu ilişkiden yola çıkarak psikanalizi bir tür “hümanist” proje şeklinde okumamız mümkün, yani Klein’ın analizandan bağımsız temel bir karşıaktarım taşıdığını iddia edebiliriz. Bunun gibi, her psikanalistin de psikanalizle kurduğu ilişkide bir karşıaktarım geliştirdiğini söyleyebiliriz.

Kurumlar bu bakış açısından da değerlendirilebilir. Konuşmamın başında her kurumun pratiğini meşrulaştıracak bir tür ideolojisi olabileceğinden söz etmiştim. Hatta tam anlamını doldurmasa da, bunun için “felsefe” terimini kullanmıştım. Bu, işte hastayı temel olarak etkileyecek, hatta onun aktarımını biçimlendirecek bir karşıaktarımdan başka bir şey değildir. Bir psikiyatri kurumunun ruhsallıkla, ruhsal hastalıkla ilgili temsilleri bir tür üstbenlik şeklinde örgütlenir ve kurumun içindeki grup kültürünü biçimlendirir.

Bu temsillerden biri sosyal alanla bütünleşmek ve hastayı bir uyuma hazırlamak olabilir. Bu durumda kurum kendi öznel yapısını silmiş ve sosyal alanla füzyon haline girmiş demektir. Bu temsil hasta kişiyi salt toplumsallığın bir uzantısı şeklinde görerek onun özne olarak varolmasını ve gelişmesini engelleyebilir. Bir diğer temsil sosyal alanın zaten ruh sağlığı açısından bir tehlike teşkil ettiği, aile kurumunun yapısının psikoza zemin hazırladığı şeklinde olabilir örneğin. O zaman da kurum hastayı kötü ebeveynler ya da yozlaşmış bir toplum imagosuna hapsedip, hasta-hekim ilişkisini idealize ederek hastayı yine kendi belirlediği bir imagoya indirgeyebilir. Bu imago tıbbın ideal bir toplumu, ideal bir aileyi betimleyecek hatta kurabilecek güce sahip olduğu varsayımına götürür. Hasta burada da varolmayabilir.

Hastanın aktarımını düşünmek, kurumlarda gezinen imagoları tespit etmeye çalışmak neden gereklidir, diye sorulabilir. Ne işe yarar bunlar? Böyle bir çaba gereklidir çünkü yaptığımız işlerin anlamları olmazsa, yaptığımız işle aramıza bir düşünce, bir anlam koymazsak bu yoğun duygulanım ve heyecan yüklü psikiyatri ortamında imagoların esiri olabilir, hastalarla birlikte hasta olabiliriz. Düşünce fonksiyonlarımız, “yapmak-etmek” türünden salt işlemci bir yapıya sahip olursa, psikotiklerin mustarip olduğu “düşünememek” sendromuyla karşı karşıya kalırız. Hastanın aktarımını düşünmek onun hastane içinde tedaviye ve genel anlamda hospitalizasyon sürecine olan yatırımı üzerine birçok bilgi verebilir. Hastayla kurulan ilişkinin niteli­ğinin hastanın tedaviye karşı geliştirdiği işbirliğinin üzerinde çok büyük bir katkısı olduğunu biliyoruz. Ayrıca hasta yakınlarının kuruma olan aktarımlarının aynı ölçüde önemli olduğunu da biliyoruz. Kısacası bütün bu aktarımlar, ki bunlara biraz önce de değindiğim gibi kurumun kendi karşıaktarımı da dahil­dir, bir dizi kurulu bağı yeniden sancılı bir şekilde gündeme getirirler. Bu kurulu bağlardan herhangi birini görmezden ge­lirsek, bir de ayrıca bağ kurmanın işlevini görmezsek -ki akta­rım da bir bağ kurma girişiminden başka bir şey değildir- bire­yin psikoseksüel ve sosyal boyutunu yok edip salt biyolojiyle baş başa kalmaz mıyız?

 

 

 

 

 

* Nisan 2005 tarihinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, Psikanaliz Birimi mensupları tarafından düzenlenen çalışmada sunulan bildiri.

 

}