Öncelikle beni buraya davet eden herkese, özellikle psikanalitik bakış açısını psikiyatri pratiğine de yansıtmış psikiyatri uzmanlarına teşekkür ederim.
Bugün buraya manik-depresif psikozları psikanalitik bir bakış açısıyla ele almak üzere, özellikle kayıp ve yas bağlamında konuşmaya geldim. Amacım burada manik-depresif psikozlardaki ruhsal işleyişin mekanizmalarını ele almak ve tabii mümkün olabildiği kadar sizlerin pratiğine de yansıyabilecek birkaç öneri getirebilmek. Hastane ortamında bu tür psikozları biyolojik yöntemlerle tedavi ediyorsunuz. Ama salt biyolojiyle de yetinmiyorsunuz. Hastanın sosyo-kültürel çevresini de anlamaya ve özellikle de aile bireylerinin de tedaviye yönelik işbirliğini sağlamaya çalışıyorsunuz. Böylece uyguladığınız biyolojik tedavi bir dizi karmaşık psikolojik sürecin içinde yer alıyor.
Biraz önce ruhsal işleyiş dedim, belki bu kavramdan yola çıkabilirim. Ruhsal yaşamımız, düşünme edimlerimiz, karar verme mekanizmalarımız doğumla birlikte, hatta doğumdan önce anne rahminden itibaren harekete geçen süreçleri içerir. Bebeğin kaotik de olsa bir ruhsal yaşama sahip olduğunu bebek gözlemlerinden biliyoruz. Anneyle kurduğu ilk ilişkide, -burada memeyle kurduğu ilk ilişkide demem daha doğru olacak zira bebek henüz anneyi bütün bir nesne olarak algılamıyor- bebek bir dizi -“ruhsal” diye nitelendireceğimiz- duygulanım yaşıyor. Meme bebeğin dünyayla kurduğu ilk ilişkinin öznesi hatta meme bebeğin dünyasıdır denilebilir. Başlı başına bir dünyadır meme bebek için.
Herhalde bu girişten sonra sizlere Melanie Klein’dan söz edeceğimi anlamışsınızdır. Ruhsal yaşamımızın en belirgin özelliklerinin bebeğin memeyle kurduğu ilişkide olduğunu ileri süren Klein, Freud’dan önemli bir mirası devralmıştı. Bu mirası tabii burada ele almam olanaksız; yalnız buradaki sunumumla bağlantılı olduğunu düşündüğüm “ruhsal gerçeklik” kavramıyla yetinebilirim. Biliyorsunuz Freud’un ilk keşiflerinden biri histeriklerin sergilediği bedensel belirtilerin hep bir anlam taşıdığı üzerineydi. Bu anlam da genellikle dışarıdan kolayca anlaşılan cinsten değildi, yani gizliydi. Genellikle cinsel içerikli olan bu anlamlar hastaların kendilerinin de bihaber olduğu başka bir dünyaya işaret ediyordu. Örneğin Anna O. vakasında Anna’nın bedensel şikâyetlerinin birçoğu hasta babasına baktığı zamanlardaki anılarına tekabül ediyordu ve beklenen bir ölümün habercisi gibiydiler. Anna örneğin, halüsinasyonlarında kurukafa görmüştü. Ya da kısmi felçle hareketsiz kalan uzuvları yine babasının yatalak olduğu zamanlarındaki beden temsiliyle yakından ilişkiliydi. Baba yatalaktı ve hiçbir yeri kımıldamıyordu; Anna’nın da birçok uzvu kısmi felç halindeydi. Bir anlamda Anna O. bedeninde babasının arazlarını taşıyordu. Yani iç dünyasında baba nesnesini bir iç nesne haline getirmiş, içe atmış ve o nesneyle özdeşleşmişti. Böylece iç dünyasında babasını yaşatmaya devam ediyordu; bir anlamda babası ölmemişti. Ama bu baba hastalıklı ve zulmedici bir babaydı zira Anna’nın korku ve endişeleri had safhadaydı. Klein’ın terimleriyle söylersem Anna başarılı bir yas sürecini tamamlamış olmaktan çok uzaktaydı. Başarılı bir yas süreci yası tutulan kayıp nesneyi iyi bir nesne olarak benliğe yerleştirmek ve onunla özdeşleşmekten geçer ki bu konuyu manik depresif psikozlar bağlamında birazdan ele alacağım.
Bu yazının devamına ulaşmak için Kuram ile Klinik Buluşunca adlı kitabıma başvurabilirsiniz.