Öncelikle İstanbul Mitoloji Çalışma Grubu’na, kurucusu sayın Prof. Dr.Bilgin Saydam’a ve sayın Klinik Psikolog Hakan Kızıltan’a davetleri için çok teşekkür ederim. Çalışmalarınızda mitlere önemli bir yer verdiğinizi gördüm. Ben de bugün burada toplantılarınıza Oidipus Miti ve aynı adla anılan Oidipus Karmaşası ile katkıda bulunmaya çalışacağım.
Neden Oidipus Karmaşası? Neden bu temayı seçtim?
Temayı belirleme süreci şöyle gelişti. Hakan beyin talebi birey ve topluluk etrafında bir sunum yapmam ve bu bağlamda da Türkiye’deki psikanaliz üzerine de bir şeyler söylememdi. Ben de bireyi ve topluluğu psikanalitik olarak çalıştıran, düşündüren en temel kavramlardan birini, Oidipus Karmaşası’nı çalışmamın merkezine aldım. Oidipus miti insan yavrusunun bedeniyle, cinselliğiyle ve, en başta onu yetiştiren ailesi olmak üzere ait olduğu toplulukla birlikte ortaya çıkışının, daha sonra da yine bir birey olarak o ilk topluluktan, yani ailesinden ayrılmasının öyküsüdür. Bir başka deyişle küçük insanın insan olma yolculuğunu anlatır bu karmaşa. Bu yüzden Oidipus Karmaşası birey ve topluluğu ele alan psikanaliz kuramlarını çalıştıran kavramların başında gelir. Bu kavram psikanalizin metapsikolojisinde olduğu gibi ruhsallığın da temel bir örgütleyicisi konumundadır. Bir başka deyişle Oidipus hem ruhsallığı ve onun farklı katmanlarını örgütler, hem de bu ruhsallığı meta düzeyde düşünen kuramın kendisini örgütler.
Sunumum öncelikle Oidipus Mitinin psikanalizi ilgilendirecek boyutuyla kısa bir ele alınmasıyla başlayacak; daha sonra da Freud külliyatında bu karmaşanın kavram olarak nasıl geliştiğini ve evrildiğini ele alacağım. Son olarak da bu karmaşanın kendi kliniğimdeki tezahürlerinden hareket ederek Türkiye’deki Oidipus üzerine bazı tespit ve önermelerim olacak.
Öncelikle Oidipus karmaşasının gönderme yaptığı Sofokles’in Kral Oidipus adlı tragedyasına göz atalım. Freud’un ilk olarak Oidipus’tan söz etmesi Fliess ile olan yazışmalarında mevcuttur. 15 Ekim 1897 tarihli mektubunda Freud şöyle der: “Başka her yerde rastlamış olduğum gibi kendimde de anneme karşı aşk, babama karşı da kıskançlık duyguları ile karşılaştım; bu duyguların bütün küçük çocuklar için geçerli olduğunu düşünüyorum… Eğer durum böyleyse Kral Oidipus’un yarattığı şaşırtıcı etki anlaşılmaktadır. Yunan efsanesi herkesin tanıdık olduğu zira herkesin bir zamanlar hissetmiş olduğu içsel bir kuvveti kavramıştır. Her bir izleyici bir zamanlar hayalinde bir Oidipus’tu, ve (tragedyayı izlerken) rüyasının gerçekliğe taşınıp geçekleşmesi karşısında dehşete düşmektedir”[2].
Sofokles’in Kral Oidipus’u[3] ensest ve cinayet temaları etrafında örülmüş bir tragedyadır. Freud’un daha ileride sık sık geri döneceği Oidipus Karmaşası ise bu tragedyadan esinlenmiş olup bilinçdışı düşlemsel bir örgütlenmeye işaret eder. Yani bilinçdışında enseste ve cinayete dair arzular içeren bir örgütlenme mevcuttur Freud’a göre. Bu örgütlenme evrenseldir ve bilinçdışıdır yani bilinçsizdir zira önemli ölçüde bastırılmıştır, ama kişinin tüm yaşamının farklı evrelerinde etkisini sürdürür. Mitler, efsaneler işte bu bilinçdışı düşlemleri ifade eder. Bu düşlemler bastırılmış yani bilinçdışına itilmiştir. Ama bastırılmış bu öğeler medeniyetler tarafından yeniden derinlemesine çalıştırılır çünkü bu bastırılan öğeler geri döner. Kültürel bir geri dönüştür söz konusu olan. Bir başka deyişle her kültür kendi anlayışına, kendi yorumlayışına göre Oidipus Karmaşasını yeniden çalıştırır. Bu bağlamda sunumumun ilerleyen bölümünde büyük ölçüde kendi deneyimimden yola çıkarak Oidipus Karmaşasının klinik ama aynı zamanda kültürel izdüşümlerini ele alacağım. Belki sizler de kendi klinik deneyiminizden hareketle bu karmaşanın tezahürlerini aktararak bu çalışmaya katkıda bulunabilirsiniz.
Öncelikle bu mite bir göz atalım.
Tebai kenti Kral Laios ve karısı Jocaste tarafından yönetilmektedir. Jocaste hamile kalır. Laios tanrıların gelecek hakkında görüşlerini öğrenmek için bir kâhine başvurur. Kâhin doğacak çocuğun bir erkek olacağını, babasını öldürüp onun yerine geçeceğini yani annesiyle evleneceğini söyler. Kral Laios kaderinden kaçmak ister ve karısı Jocaste’nin de onayıyla yeni doğan bebeğin ayak bileklerini birbirine çiviletir ve onu bir çobana Citheron dağının tepesine terk etmek üzere teslim eder. Ancak çocuğa acıyan çoban onu Korent kralına verir. Adı ayakları şiş anlamına gelen Oidipus olur.
Yıllar sonra bir sarhoş Oidipus’a ailesinin gerçek ailesi olmadığını söyler; bu, tabii kral ve kraliçe tarafından hemen inkâr edilir. Mamafih Oidipus tatmin olmaz ve o da yıllar önce öz anne ve babasının danışmış olduğu kâhinin yolunu tutar. Kâhin ona gerçeği açıklamaz ancak kaderinde Oidipus’un babasını öldüreceği ve annesiyle evlenip onun yerini alacağının yazılı olduğunu söyler. Dehşete kapılan Oidipus, tıpkı babası gibi kaderinden kaçmak ister ve Tebai kentine doğru yola çıkar. Bir yol ayrımına gelir ve orada başka bir arabayla, geçiş hakkının kimde olduğu meselesi üzerinden kavgaya tutuşur. Arabadaki Tebai kralı Laios’tur ve Oidipus onu yani babasını öldürür.
Oidipus yolculuğa devam eder. Yolculuk söylemi efsanenin tümüne yayılmıştır; keza Oidipus Karmaşasının insanlığın bireyleşme yolundaki bio-psiko-sosyal yolculuğu olarak da okunması mümkündür.
Yolda Oidipus bir sfenksle karşılaşır. Bu kafası kuş, koç ya da insan olan ama bedeni aslan olarak devam eden yaratıktır. Sfenks ona bir soru sorar. “Sabah dört, öğleden sonra iki, geceleri ise üçayakla yürüyen şey nedir?”. Sfenksin bulmacasını çözen hayatta kalabilir, yoksa Sfenks tarafından yenilip yutulacaktır. Oidipus bulmacayı çözer. “İnsan” diye yanıtlar Oidipus. İnsan bebeklik çağında emekleyen dört ayaklı, yetişkinken iki ayaklı ve yaşlanınca bastonuyla 3 ayaklı kişidir
Tebai halkı onu sfenksten kurtardığı için Oidipus’a müteşekkirdir ve onu kral yapmaya karar verir. Tabii kral olan Oidipus kraliçe Jocaste ile yani annesiyle evlenir. Bu arada Tebai halkının kralı öldüren kişinin Oidipus olduğundan haberi yoktur. Kralı öldürenin sorumlusunun sfenks olduğu konusunda bir söylenti vardır ve Oidipus’un sfenksi yendiği haberi yayılmıştır. Sfenks yenilgiden sonra intihar etmiş ve Tebai halkı huzura kavuşmuştur.
Oidipus’un annesi Jocaste ile olan evliliğinden iki kız iki erkek çocuğu dünyaya gelir.
Yıllar sonra Tebai kenti üzerine bir lanet çöker. Sofokles’in Kral Oidipus’u efsanenin bu kesitini mercek altına alır. Şehirde genel anlamda bir bereketsizlik baş gösterir. Ekinler büyümez, kadınlar çocuk doğurmaz. Bir de üstüne üstlük veba salgını ortaya çıkar. İnsanlar ölür hayvanlar telef olur. Oidipus bu sefer kraliçenin erkek kardeşi Kreon’u bir çözüm bulması için kâhine yollar. Kâhinle konuşup geri dönen Kreon, kâhinin öldürülen kral Laios’un katilinin bulunup cezalandırılmasını salık verdiğini söyler. Bu arada Oidipus öldürdüğü kişinin kral olduğunu bilmemektedir ve katili bulmaya ant içer. Ne de olsa sfenksin bulmacasını çözen Oidipus bir tür detektiftir de, suçluyu bulacaktır. Psikanalizin de bir tür detektiflik olduğu sıkça ileri sürülmüştür.
Bu sefer Oidipus bu katilin kimliğini öğrenmek için Tiresias adlı kör bir kâhine başvurur; kâhin ona kralın katilinin kendisinin olduğunu ve anne babasının kim olduklarını söyler. Kâhin yüzünden Kreon’u suçlayan Oidipus kavga ederler ve birbirlerini suçlarlar. Oidipus inanmaz ama tedirgin olur. Kraliçe Jocaste ortalığı sakinleştirmek için araya girer ve kocasının öldürülme şeklini anlatır. Oidipus bu bilgilerle daha da işkillenir. O sırada Korent kralı vefat eder ve Korent halkı onu çağırmakta ve kral olmasını istemektedir. Oidipus’a göre babası öldüğüne göre buna kendisi sebep olmamıştır. Oidipus annesi hala hayatta olduğu için ve kehanetin ikinci bölümünün gerçekleşmesinden korktuğu için Oidipus Korent’e gitmez. Bunun üzerine ölüm haberini getiren kişi aslında onun evlatlık alındığını açıklar. Oidipus’un kim olduğunu anlayan Jocaste ona evlatlık alındığını ifşa etmemesini söyler. Oidipus kraliçenin bundan utandığını düşünür. Oysa kraliçe gerçekleri anlamıştır ve kendini asarak intihar eder. Oidipus’un hakikat arayışı devam eder ve bebekken onu ölüme terk etmesi gereken çobanı bulur ve hikâyenin aslını öğrenir. Öldürdüğü kişi öz babası kral Laios, evlendiği kişi de annesi Kraliçe Jocaste’dir.
Oidipus dehşet içinde geri döner ve Jocaste’nin ipte asılı bedenini bulur. Elbisesinden aldığı iki toplu iğneyle gözlerini kör eder.
Freud’dan tam 25 asır önce Sofokles, bastırma mekanizmalarının etkisiyle bilinçdışında faaliyet gösteren bir dramı betimlemiş, bastırılmış, sansürlenmiş bir hakikatin ortaya çıkmasına direnen güçleri de gözler önüne sermiştir. Sofokles’in tragedyasını bir psikanaliz tedavisine benzeten Freud yine aynı yazışmada, şairin kendi iç dünyamıza bakmamızı teşvik ettiğini, bir zamanlar çocukluğumuza dair unuttuğumuz gizli arzularımıza tercüman olduğunu ileri sürer. Psikanalistin rüyaları anlamak için detektiflik yaptığı gibi Oidipus da yaşamının önemli bir bölümünü kaderinden kaçmaya, yani nevrozlu gibi unutmaya, diğer bölümünü ise de yaşamını belirleyen sırları bir detektif gibi çözmeye adamıştır.
Burada bir parantez açalım. Freud’un bu 1897’de yani psikanalizin ilk adımlarını attığı zamanda psikanaliz tedavisini betimleme biçimiyle çağdaş psikanalizin yöntemleri oldukça farklıdır. Her ne kadar başlangıçtaki bilinçdışının bilinçli hale gelmesi ile bastırılanın geri gelmesi halen tedavinin başat meselesi ise de çağdaş psikanaliz salt bu hedefle yetinmez. Çağdaş psikanaliz pratiklerinde aktarım-karşıaktarım ilişkisinin şekillendirdiği, çerçevenin kapsadığı aynı zamanda simgeleştirdiği ruhsal bir alanın değişim ve dönüşümlerinin gittikçe önem kazandığına tanık olmaktayız. Freud tarafından ortaya atılan ruhsallığın ilk topografyası yani bilinçdışı-bilinç-önbilinçten ibaret olan ruhsallığın betimlemesi, seans sırasında nelerin olup bittiğini kavramakta yetersizdir. Keza Oidipus Karmaşası’nın da çağdaş okumaları mevcuttur ve Oidipus’un nesillerarası, hatta nesiller ötesi bir okumanın merkezinde bir Oidipus’un ruhsallığı farklı öznelliklere işaret eder.
Yeniden bizim Oidipus’umuza, yani Freud’un ortaya attığı karmaşaya geri dönecek olursak bu karmaşanın birey olmakla, özerk bir ruhsallığa sahip olmakla, ilk topluluk olan aileden sıyrılmakla birebir ilişkisi olduğunu görürüz; bir de üstüne üstlük söz konusu karmaşa nevrozluların çekirdek karmaşası. Yani her nevrozlunun içinde bir Oidipus yatıyor, tabii eyleme geçmeyen bir Oidipus bu. Bu da bu kavramı epeyi yoğunlaştırıyor, önemini artırıyor. Oysa Freud bu karmaşayı kendi kendini analiz etmesiyle ortaya çıkardıktan ve daha sonra 1900 da başyapıtı Düşlerin Yorumu’nda sevilen insanların ölümü üzerine görülen rüyalar bağlamında değindikten ve uzun yıllar neredeyse her fırsatta bu karmaşaya değindikten sonra, bunu bir kavram olarak özgün bir metinde kaleme almaz. Ona özgün bir çalışma ortaya koymaz. Sadece bu karmaşanın tasfiyesiyle ilgili bir çalışması mevcuttur. Oysa Freud’un zihninin bu meseleyle daimi olarak meşgul olduğunu, klinik çalışmalarının ötesinde, kültürle ilgili olan çalışmalarında daimi bir şekilde işlemekte olduğunu görürüz. Totem ve Tabu ve daha sonra Kitle Psikolojisi ve Benliğin Analizi gibi yapıtlarda Freud’un sadece bireyin ve onun nevrozunun sınırlarında kalmadığını görürüz. Gördüğümüz şey bireyin toplulukla olan etkileşimini, medeniyet kurucu serüvenini, medeniyetlerin ortaya çıkışıyla ilgili derin sosyolojik hatta felsefi düşünümleridir. Freud’un bu iki metinde de ele aldığı mesele insanlık durumudur ve insanlık durumunu aşan iki farklı düzenin içinde anlamlandırma çabasıdır. Bunlar doğanın ve kültürün, yani medeniyetin insanlığa biçim verdiği, koşulladığı durumlardır. Bu koşulların genellikle ön plana çıkardığı ve Freud’un altını çizdiği durum küçük insanın, bebeğin, sonra çocuğun, ona bakım verenlerle asimetrik ve uzun yıllara yayılan bağımlılık ilişkisidir. Bu ilişki bir çaresizlik ilişkisidir de aynı zamanda. İşte bu yüzden, belki, çocuk yaşam koşulları ne kadar iyi olursa olsun başka bir hayat, başka bir anne-baba düşlemlemeye koyulur. Dikkat ederseniz mitten düşleme geçiyorum. A. Green’in de altını çizdiği gibi bir kültür, bir medeniyet için mit neyi ifade ediyorsa birey için de düşlem aynı şeyi ifade eder. A. Green miti kolektif bir geçiş nesnesi olarak da tanımlamıştır[4].
Peki, Freud’un bu farklı zamanlarda ele aldığı Oidipus Karmaşası nedir? Önce bu kavarama bakalım.
Biraz önce de vurguladığım gibi Freud önce 1897’deki bir yazışmasında, daha sonra da Düşlerin Yorumu’ndaki “Sevilen Kişilerin Ölümü” adlı bölümünde Oidipus’tan söz eder ve Sofokles’in tragedyasına gönderme yapar. Başlangıçtan itibaren Oidipus karmaşasının evrenselliğini ileri süren Freud, bunu daha ileride keskinleştirir ve şöyle der: “Her insanoğlu, Oidipus Karmaşası’nın üstesinden gelme gibi bir göreve sahiptir”. Bir başka deyişle bu karmaşanın üstlenilip kontrol altına alınması bireyin insan olma yolculuğunun temel taşlarından biridir.
Freud bu karmaşayı öncelikle pozitif formunda keşfetti. Yani erkek çocuğun annesine ya da ona bakım verene karşı beslediği içinde cinsellik barındıran aşk duyguları ile rakibine karşı, yani babaya ya da babayı temsil eden kişiye karşı düşmanca duygulardan ibaretti bu pozitif form. Oysa Freud’un da altını çizdiği gibi çocuğun yaşadığı deneyim çok daha karmaşıktır ve “erkek çocuk aynı zamanda tıpkı küçük bir kız gibi davranmakta ve babaya karşı sevecen bir biçimde davranmakta anneye karşı da düşmanca bir kıskançlık sergilemektedir”[5]. Hepimizin de şahit olduğu gibi bir de çocuğun bir dizi karışık tepki biçimleri vardır: örneğin ben kendi pratiğimde gündüz annesinin kocası gibi davranan, annesine karşı aşırı tutkun, akşam babası gelince bunun tam tersi davranışlara sahip bir kız çocuğuyla tanışmıştım.
Bu ne demek? Oidipus Karmaşası öncelikle çocuğun bu üçgen içindeki konumu, çaresiz konumudur ki bu onun ilerideki erişkin yaşamında izler bırakacaktır. Psikanalizin en temel postulatlarından biridir bu. Neden çocuk çaresizdir diye soracaksınız belki? Çocuk çaresizdir çünkü arzuları bir erişkininkine eşdeğer nitelikte ve güçtedir; mamafih çocuğun bu arzuları gerçekleştirme imkânları kısıtlı ve bu kısıtlılık uzun yıllar sürüyor ve gerçekleştirdiği edimlerin çoğunda etkisini gösteriyor. Çaresizlik duygusu çocuğun tüm yaşamına hakimdir.
Freud bu karmaşayı öncelikle erkek çocuk bağlamında kuramlaştırdı. Daha sonra bunu olduğu gibi kız çocuğuna da uyguladı ki bu da akabinde farklı kuramlaştırmaların özellikle de kadın psikanalistlerin yenilikçi kuramlaştırmalarını önünü açtı.
Bu karmaşa Freud’a göre çocuğun fallik döneminde, yani her iki cinsiyetten çocuklar için de penisin çok önem kazandığı, fallik döneminde, yani çocuğun 3-5 yaş arasındaki döneminde zirveye ulaşır.
Temizlik ve bakım süreçlerinde uyarılan cinsel organdan gelen uyarımları dikkate alan çocuk, ama özellikle içeriden gelen yani endopsişik uyarımlarla güdülenen çocuk, -Freud daha çok bu içeriden gelen uyarımları merceğe alacaktır- penisine azami ilgi gösterecektir. Çocuklardaki cinsel oyunlar belirginleşir, mastürbasyon eğilimleri belirgindir. Bu çocukların söyleminde de paralel bir şekilde tezahür eder. Erkek çocuğu annesiyle evlenmek istediğini açık açık söyler. Babasının yok olmasını ister. Çocuk açık açık ensest istemektedir. Tabii bir de ters bir akım vardır biraz önce de vurguladığım gibi. Çocuk her iki ebeveynine de cinsel arzular besler, bazen, hatta sık sık bu cinsel akımlardan biri daha baskın çıkar. Freud’un deyişiyle çocuk hem eşcinsel hem de karşı cinsel dürtülerini öncelikle ebeveynleri üzerinde deneyimler. Freud’a göre başlangıçta çift cinsiyetliyizdir.
Kız çocuğunun fallik dönemi de klitorisin öne çıkmasıyla şekillenir ve Freud’a göre kız çocuğu vajinadan bihaberdir. Kız çocuğu da tıpkı erkek çocuğu gibi her iki ebeveynine karşı cinsel bir yatırım sergileyecek ve rakip olduğu ebeveynine düşmanlık besleyecektir. Mamafih Freud kız çocuğun cinsel gelişiminde önemli bir dönemin altını çizer ki bu dönem daha sonra kadın psikanalistler tarafından derinlemesine işlenecektir. Freud Oidipus öncesi, Oidipus döneminin arkasında gizlenmiş farklı bir dönemden bahseder ve o dönemi Yunan medeniyetinin gerisindeki, çok fazla keşfedilmemiş antik Yunan Miken uygarlığına benzetir. Bu dönemde kız çocuğunun zihninde anne ilk nesne olarak en ayrıcalıklı konumdadır ve bu dönem nesne değişimi sonrasında yani kız çocuğunun anneden babaya doğru yönelmesinin akabinde tıpkı bu eski Miken uygarlığı gibi gizlenir, kuvvetli bir şekilde bastırılır. Freud sonrası kadın psikanalistler bu gizlenmiş döneme ait bulgular ortaya koymuşlardır. Örneğin Melanie Klein kız çocuğunun vajinasından gelen uyarımların farkında olduğunu, içeride bir organı olduğuna dair duyumlara sahip olduğunu sonra bu duyumları bastırdığını ve unuttuğunu ileri sürmüştür. Keza çağdaş bir Fransız kadın psikanalist J. Schaeffer genç kızın cinselliğinin çocukluk çağından sonra uykuya girdiğini ve ancak haz getiren bir sevgiliyle bu uykudan uyandığını ileri sürecektir. Neredeyse tüm çağdaş psikanalistler kız çocuğundaki bu nesne değişiminin, yani anneden babaya doğru yönelmenin, kadının kişiliğinde, psikopatolojisinde, cinsel kimliğinde başat bir öneme sahip olduğunda hemfikirdir.
Kadın psikanalistlerin bu tespitlerini bir kenara bırakıp tekrar Freud’a ve Oidipus karmaşasına dönecek olursak kız çocuğu ile erkek çocuğu arasında şöyle önemli bir fark vardır. Erkek çocuğu fallik dönemde penisini sağlama almak ve babası tarafından cezalandırılmamak için annesine olan cinsel yatırımını geri çeker ve ilgisini, kökenini cinsel enerjiden alan ilgisini, dış dünyadaki kazanımlara yöneltir. Çocuk için “akıl”landı denir halk içinde, zira öğrenmeye ve keşifler yapmaya başlayan çocuğun M. Klein’ın söz ettiği epistemofilik dürtüsü, yani bilme aşkını coşturan dürtüsü iş başındadır. Freud da cinsel dürtünün erotik hedefleri bırakıp kültürel kazanımlara doğru yönelmesinden söz eder ve buna süblimasyon, yüceltme adını vermiştir. Erkek çocuğun cinsel dürtüleri uykuya girer ama bu uyku bilişsel ve sosyal kazanımlara gebedir. Gebelik sözcüğünü bilhassa kullanıyorum zira tıpkı gebelikte olduğu gibi çocuğun zihinsel hayatı hummalı bir çalışma içine girmiştir; bu cinselliğin uykuya girmesiyle eş zamanlıdır. Cinselliğin uykuya girmesi görüldüğü gibi ciddi zihinsel bir aktivitenin de harekete geçtiğini gösterir. Çocuk merak içinde soru sorar, araştırır, öğrenmeye heveslidir. Anlık, eyleme yönelik, motor becerilerini zihinsel hayata doğru yönlendirir ve zaman, uyku dönemindeki çocuk için genişler. Anlık tepkilerden tedricen vazgeçen çocuk, uzun tefekkürlü, hayallemeli, rüyalı bir zamansallık içinde bulur kendini. Tabii bu söylediklerim ideal koşullarda yetişen bir çocuk modeli için geçerlidir. İdeal koşullar kısaca çocuğun ihtiyaçlarına yanıt veren hem ruhsal hem de bilişsel ve bedensel gelişimini gözeten koşullardır.
Kız çocuğundaki Oidipus karmaşasının durulması ise erkek çocuğunkinden farklı bir seyir izler. Kız çocuğunda fallik dönem şöyle tezahür eder; ki bu arada dönemin en temel özelliğini hatırlatmakta fayda var. Fallik dönemde her iki cinsiyette de penis tek cinsel organ olarak görülür. Dolayısıyla kız çocuğu kendi penis eksikliğine odaklanır ve kendisindeki penis eksikliğini telafi etmenin yollarını arar; anneye karşı beslediği hayal kırıklığıyla –mademki anne ona bir penis vermemiştir, ya da verdiğini geri almıştır, ya da çalmıştır- kız çocuğu babaya doğru yönelir. Penis eksikliğini babadan bir çocuk sahibi olma arzusuyla yer değiştirir. Dolayısıyla erkek çocuk fallik dönemde Oidipus çatışmasına son verir zira iğdiş olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa kız çocuğu bu dönemde bu çatışmanın tam içinde bulur kendini. Kız çocuklarının dilli oldukları, sürekli bir şey istediklerine dair klinik gözlemler bu çatışmanın içindeki güdülenmeyi betimler. Kız çocuğunun Oidipus çatışması da tıpkı erkek çocukta da vuku bulduğu gibi Oidipus projesinin yıkıma uğramasıyla son bulur. Erkek çocuğunun anneden vazgeçeceği gibi, kız çocuğu da babadan ve onun vereceği penisi simgeleyen bebekten vazgeçecektir. Erkek çocuğu iğdiş edilme korkusuyla cinsellikten elini eteğini çeker, oysa kız çocuğu hem anne hem baba tarafından maruz kaldığı derin bir hayal kırıklığı sonrası cinselliğini uykuya yatırır. Uyku dönemine girme biçimleri erkek ve kız çocuğunun kişiliklerine de şekil verecektir.
Peki, tüm bu bilgiler ışığında Oidipus Karmaşası bizlere ne anlatıyor? Biz derken hem ruh sağlığından gelen uzmanları hem de genel anlamda insan bilimleriyle uğraşan bir çevreyi kastediyorum. Nedir bu karmaşayı bu kadar önemli kılan? Nedir onu evrensel ve medeniyetin oluşturucusu kılan?
Bu karmaşayı medeniyet oluşumunda öne çıkaran husus hiç kuşkusuz ebeveynlere karşı beslenen cinsel ve saldırgan dürtülerin farklı bir hedef bularak, doyuma ulaşması sürecidir. Her ne kadar Freud medenileşme ya da kültürleşme sürecinde cinsel dürtülerin bastırılmasının nevrozların kaynağı olduğunu ileri sürse de, saldırgan dürtülerin önüne engel konulmasının medeniyetlerin ortaya çıkmasında temel bir faktör olduğunu söyleyecektir. Küçük insanın kendini büyüten ve yetiştiren ebeveynlerinden kopması, ensest yasağına boyun eğmesi aynı zamanda nesiller arasındaki sınırı tesis eder ve nesiller arasındaki farkın simgeleşmesine yol açar. Bir diğer husus da farkın kendisinin simgeleşmesidir. Fark unsurunun bir paradigma olarak insan zihninde bir simgeye dönüşmesidir. Tabii nesil farklılığının, farkın kendisinin tesis edilmesinin yanında bir de cinsiyet farklılığının tesis edilmesi vardır ki bu fark yeterince tesis edilmezse kişiliğin ve kimliğin öznelleşmesi tehlike altında olacaktır ve nevrozlar başta olmak üzere bir dizi patolojiye yol açacaktır.
Tam da bu bağlamda Oidipus karmaşasının klinik tezahürlerini ve kendi pratiğimden görünenleri ele alacağım bölüme geliyorum. Bunları birkaç maddede sıralıyorum.
- Ergenlik krizinin Batı ülkelerine nazaran bizde gecikmiş olarak, sıkça bir eş seçimi ile ya da ilk evlilik sürecinin başlangıcında ortaya çıkması. Bu kriz bütün şiddetiyle kaynana, kayınbaba, koca veya karının kız ve erkek kardeşleri aracılığıyla kendini gösterir. Her iki tarafta da baba bu krizden sanki yeterince nasibini almaz ve iktidarını sürdürmeye devam eder. Burada İdeal Baba figürünün inatla tutunmasına, Oidipus Karmaşası’ndaki Ölü Baba figürünün gelişmesindeki zorluğa tanık olmuyor muyuz? Ölü Baba kavramını ortaya atan Lacan Freud’un Oidipus konusundaki düşüncesinin altını çizmiş ve babanın yasayı icra etmesi için öldürülmüş olması gerektiğine işaret etmiştir. Bu çok önemli zira babanın kendi yasası değildir söz konusu olan; bir Yasa’nın kamusal alanda, en başta da ailede işlemesini sağlamaktır. Baba kendi yasasını uygularsa Totem ve Tabu’daki ilkel ve ensest faili babadan farkı kalmaz. Bu ikisini karıştırmamak lazım: yani herkes için geçerli bir Yasa ile yasanın sözcüsü olmak ile yasayı kişiselleştirip dış referanslardan koparmak farklıdır. Bir diğer husus da babanın benlik idealini tek başına cisimleştirmemesi, kişinin o ideali kendi ruhsal yapısında farklı özdeşleşimler yoluyla, yani anne, kardeş, çeşitli eğitmen ve politik, felsefi, edebi vb figürler yoluyla inşa etmesinin önemidir.
- Bir ikinci klinik bulgu yeni doğan çocuğa yapılan büyük yatırımın, özellikle de soyadının sürdürülmesi güvence altına alındığı için erkek çocuğuna yapılan yatırımın büyükanne ve büyükbaba tarafından da güçlü bir şekilde desteklenmesidir. Artık özellikle büyük kentlerde gittikçe azalsa da, büyükanne ve büyükbabanın yeni doğan çocuğun bakımına müdahalesi sıklıkla anne ve babada Oidipus çatışmasını yeniden harekete geçirir. İki kuşaktan kadınlar topluluğunun yeni doğana el koyması karşısında ne yapacağını bilemeyen baba sıklıkla eş ve baba rolünden geri çekilir. Kadınlar ittifakının temsil ettiği tehlike karşısında kendini yeterince güçlü hissetmediği sürece karısı ve bebeğinin yanına geri dönmez. Erkek erilliğini tehlikede hissederken kadın kaynanası veya öz annesi üzerinden çocuğunun kaçırılması kaygılarına kendini kaptırır. Dişillik ağır bir biçimde bastırılır (eğer tamamen yitip gitmediyse) ve ancak uzun aylar, hatta yıllar sonra geri döner, bazen hiç dönmez.
- Başvuruların özellikle hayatlarının dönüm alanlarında yoğun bir çatışma yaşayan kadınlarla dolup taşması bir diğer klinik bulgudur. Evlilik başlangıcı ve kocanın ailesiyle olan ilişkiler, annelik, annenin özellikle iş dünyasında önemli bir konumda olduğu durumlarda ve bu annenin aile dışı işlerde koca ve geniş aileden destek bulamama gibi durumlarda daha da ağırlaşan bir çatışma konusu olarak emzirme sık sık karşımıza çıkmaktadır. Çatışmalar çocuğa verilecek eğitim söz konusu olduğunda üst üste yığılıp birikir. Kimi anne-bebek patolojileri bu toplu etki yüzünden pekişip güçlenir ve anne-bebek ikilisi yeniden huzura kavuşmak için hayali bir limanı temsil etmeye başlar. Babalık işlevi bozulur. Bu patolojilerin değişmez özelliği ayrılık sorunu etrafındadır ve anne-bebek ikilisi oluşturucu, bireyleşmeye dayanan ve Oidipus’a hazırlayan hareketin tam tersine işler. Bu konuda Racamier’nin[6] Ensestsi kavramına gönderme yapıyorum.
- Çiftler genellikle evlilik bağıyla birleşir; serbest birliktelik daha çok metropollerde söz konusudur. Aile çevresini terk etmek, köken topluluktan kaçmak için evlilik çıkış yollarından biridir. Ancak gerçekleştiği andan itibaren geniş ailenin talep ve zorlamalarıyla karşı karşıya kalan genç çift için evlilik bir çatışma kaynağı haline gelir. Oidipus çatışması yeniden zuhur eder.
Son söz yerine: Divanımdan görünenlerin bu hızlı özeti bir de psikanalizin iletimine ilişkin şöyle bir sonuç da doğurur: Topluluk meselesi özel hayatları, zar zor inşa edilmiş bireyselliği bozma işlevini tüm gücüyle kendini göstermektedir. Psikanalizin farklı coğrafyalardaki varlığı ve gelişiminin merkezindeki temel direnç noktası topluluk sorunsalı, topluluk kültü psikanalizin temsilcileri tarafından vurgulanmakta ve psikanalizin Avrupa, Güney ve Kuzey Amerika dışındaki ülkelerde bir kuram ve bir tedavi pratiği olarak benimsenmesindeki dirençler sık sık vurgulanmaktadır. Topluluk kültünden kastettiğim, ululanan atalar, sorgulama ile saygı arasında muğlaklaşan sınırlar çerçevesinde düşüncenin önüne koyulan bariyerler, yasaklar, engellemeler. Unutmayalım topluluk bireyin, yani Oidipus’un karşısındadır.
Bir
başka deyişle psikanalizin de coğrafyamızda ve kültürümüzde kendi kimliğini inşa etmesi Oidipus
sorunsalını topluluk/birey çatışması çerçevesinde her fırsatta tekrar tekrar
sınamaktan, sorgulamaktan geçmez mi?
[1] 21 Haziran 2019 tarihinde Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Psikiyatri Ana Bilim Dalı bünyesinde “Her şey Hikaye” başlıklı seminer dizisinde sunulan bildiri.
[2] Freud, S. (1897), La Naissance de la Psychanaluse, P.U.F., 2009.
[3] SOFOKLES, Eski Yunan Tragedyaları Kral Oidipus, Çev. Güngör Dilmen, 1. Baskı, İstanbul, Mitos Boyut Tiyatro yayınları, 2002.
[4] Green, A. (1992), La Déliaiason, Les Belles Lettres, Paris.
[5] Freud, S. (1923), Metapsikoloji,Haz İlkesinin Ötesinde, Benlik ve İd, Payel, Çev. Emre Kapkın, 2002.
[6] Racamier, P.C, L’inceste et l’incestuel, Les Editions du College, 1995.