Hayatımıza 1 ay kadar önce girmiş olan ve sonuçları ciddi boyutlara varan bir pandeminin biz psikanalistlerin pratiğindeki sonuçları çok çeşitlidir. Bu çeşitliliğin içinde belli başlı paradigmaları ortaya çıkarmak için henüz çok erken olmakla birlikte bazı belirgin olguların meslektaşlar arasında tartışılıp deneyim paylaşımının önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu deneyim paylaşımına bir girizgâh olarak belki karşımıza çıkan en başat soru bu koşullarda, analizanlarımızla, karşı karşıya ya da divan-koltuk düzenlenişi içinde fiziken bir yakınlık kurmadan devamlılığı nasıl sağlayacağımız üzerinedir denilebilir. Burada söz konusu olan sadece analist kalmak, Winnicott’un deyimiyle analistin hayatta kalması değildir (Winnicott, 1947). Analizin de hayatta kalmasıdır. Telefon, Skype, Facetime gibi araçlarla pratiğimiz hayatta kalıyor mu? Kalıyorsa da bu, iletişim araçlarından nasıl etkileniyor? Yakınlık/uzaklık, sosyal mesafe gibi ruhsallığı da doğrudan ilgilendiren unsurların bu iletişim araçlarıyla akıbeti nedir?

Bir diğer soru da yaşadığımız salgının travma boyutu. Şu anda toplu olarak bir travma durumu yaşıyoruz. Bu travmayla, dış gerçeklikten kaynaklanan bu travmayla nasıl başa çıkıyoruz? Bu travma sadece analizanın travması değil; analist-analizan çiftinin ikisini de doğrudan etkileyen bir travma. Bu konu hakkında ne söylenebilir?

Bir de tabii sadece güncelin ruhsallığımıza böyle ani bir şekilde girmesi değil söz konusu olan. Sosyal, ekonomik yaşamlarımızın da yani dış çerçevemizin de alt üst olması, ciddi bir kriz ortamını da gündeme getiriyor. Kriz ortamında analitik araç-gereçlerimiz ne derece buna hazırlıklı? Bir psikanaliz ortamının, devamlılık ve değişmezlikle çevrelenmiş olması içindeki değişken süreçleri izlememiz, anlamamız ve yorumlamamız açısından elzem değil midir? Yani şimdiye kadar sessiz bir biçimde işleyen çerçevemizi, güncelin baskısıyla yeniden düşünmemiz elzem değil midir?

Bu soruların bir kısmı analiz çerçevesiyle, bir kısmı da travma ve güncelin analiz ortamında infilak etmesiyle ilgili. Tüm bu soruları derinlemesine ele almak bu kısa konferanslar bağlamında belki mümkün değil ama bazı tespitlerde bulunmak mümkün diye düşünüyorum. Bu tespitlere geçmeden önce analiz çerçevesini kuramsal açıdan düşünmemiz için kısa bir girişte bulunacağım.

Bir psikanaliz sürecinin uygun koşullarda ilerleyebilmesi için çerçevenin sağlamlığı, devamlılığı, duruma uygunluğu ve sürdürülebilir olması elzemdir. Dikkat ederseniz sessiz bir çerçevenin varlığını ve o çerçevenin içinde deneyimlenen, gelişen, evrilen, analizanın serbest çağrışımlarıyla ve analistin kimi yorum ve tespitleriyle ilerleyen bir süreci birbirinden ayırdım. Bunları birbirinden ayırmanın hem pratikte hem de kuramda önemi vardır. Bu ikisini birbirinden ayıran Arjantinli José Bleger’in kuramına birazdan bakacağız. Çerçeve sessiz olmayıp gürültü yapmaya başladığında, tıpkı bu günlerde hepimizin yaşadığı gibi süreci analiz etmek zorlaşır, hatta kimi durumlarda imkânsızlaşır.

Çerçeve mefhumu ve pratikteki izdüşümü Freud’un zamanından beri gelişmekte ve evrilmektedir. Freud’un pratiğinde çerçevenin yeri ve evrilme süreçleri hipnoz pratiğinden psikanalizin doğuşuna kadar ilginç bir yol izler. René Roussillon’un (Roussilon, 2007) bu konudaki derinlemesine çalışması şimdiki çerçevemizi ve bu çerçeveyi nasıl uygun hale getirdiğimiz üzerine yeniden düşünmemizi sağlar.

Nitekim çerçevenin kuramsal bir boyuta taşınması Freud sonrası kuramcılarla mümkün olur. Bunların başında Arjantinli psikanalist José Bléger gelir. José Bléger’in yaşamı ve yapıtı üzerine Türkçede yayımlanmış oğlu Fransız psikanalist Léopoldo Bleger tarafından kaleme alınmış “José Bléger’in Psikanaliz Hakkında Düşüncesi” başlıklı bir makalesi Türkçede Uluslararası Psikanaliz Yıllığı’nın 2018 yılı sayısında mevcuttur. Bu makale yazarın yapıtına genel bir bakışı ele alır. Bu sunumun konusu olan çerçeveye ise söz konusu makalenin sembiyoz ile ilgili kısmında kısmen değinilmektedir.

1966 yılında José Bléger “Psikanaliz Çerçevesinin Psikanalizi” başlıklı çok ses getiren bir makale yayımlar. Bu makalede yazar psikanaliz çalışması içinde incelenen, analiz edilen ve yorumlanan süreç ile sabit değişmezlerden oluşan süreç-olmayanı (non-processus)  yani içinde süreci barındıran çerçeveyi birbirinden ayırır. Çerçeve başlangıçtaki psikanaliz sözleşmesinin somut ana kurallarıdır. Yer, saat, görüşme sıklığı, ödeme koşulları ile serbest çağrışım ve perhiz kuralı ve tabii analist için dinleme, dalgalı dikkat ve tarafsız kalma kuralı bu sözleşmenin temelini oluşturur. Bleger birkaç tedaviyi örnek göstererek bu çerçevenin genel olarak “sessiz” kaldığını, yani bir sorun teşkil etmediğini ileri sürer, hatta daha da ileri giderek çerçeve o kadar sessizdir ki neredeyse orada yoktur der. Ama çerçeve analizan ya da analist tarafından bozulursa analizan tarafında bir tür “felaketvari kaygı” belirir. Yazar bu kaygının ruhsal gelişim sürecinde ben ile ben-olmayan arasındaki farkın henüz ortaya çıkmadığı bebeğin kaygılarına benzetir. Çerçeve değişikliğinin yarattığı ruhsal değişimler üzerine gözlemlerinden sonra Bléger bir takım ilginç tespitlerde bulunur. Bu tespitlerden ilki çerçevenin bir kuruma benzemesi üzerinedir. Kurumların ve özellikle aile kurumunun bireyin kişiliğinin bir kısmını emanet ettiği yer olarak tarif eden Bléger, kimliğimizin bir kısmının da bir topluluğa dâhil olmakla yapılandığını ileri sürer. Kurumların, özellikle de aile kurumunun kimliğin çekirdeği olarak tarif eden Bléger bu çekirdeği bir tür kalıba benzetir.

Peki, bu kimlik oluşumu süreci nasıldır?

Kişisel benliğin oluşması için bebek hem memnun edici hem de mahrum ve mutsuz edici deneyimlerden geçer. Bléger bu benliğin bir ben-olmayandan kaynağını aldığını, bu ben- olmayan’ın dayanağının da aile kurumunun süreğen, değişmez ve sabit olan çerçevesi olduğunu ileri sürer. Bu ben-olmayan ki Bleger onu meta-Ego diye de adlandırır, gelecekteki benliğin kalıbıdır, anneye “emanet edilir”. Burada bebeği çevreleyen bakım, ilgi, duyusal ve coşkusal tüm yatırımın sabitliği, devamlılığı ve değişmezliği, yani bir anlamda aile kurumunun çerçevesi kastedilmektedir. Yazara göre bebek bu en ilkel ruhsal kısmını anneye emanet eder. Anne de bu emanet edileni bakımıyla tedricen bebeğe geri verecektir. Kimliğin temelinde bu kurum temelli alışveriş yatar. Benlik ile ben-olmayan aynı gestaltın iki farklı yüzüdür. Yapılanmış bir benliğin temelinde sabit ve sessiz bir çerçeve vazifesi gören bir ben- olmayan vardır.

Bléger psikanaliz çerçevesinin de benliğin bu en ilkel kısmını, en psikotik kısmını karşıladığını, onun emanetçisi olduğunu ileri sürer. Aile gibi çerçeve de bir tür emanet yeridir, emanetçi işlevi görür. Bir başka deyişle biz psikanalistlere de emanet edilen böyle temel ruhsal bir oluşum var. Bu emaneti tedricen analiz süresince analizanın alabildiği kadar geri vermek de bizim işimiz.

Daha sonra 1967 yılında yayımlanan Sembiyoz ve Muğlaklık adlı kitabında yazar çerçeveye ya da bir kuruma emanet edilen bu ben-olmayan üzerine görüşlerini derinleştirir. Kişiliğin bu en ilkel çekirdeğinin özelliğinin çevresiyle kendisi arasında bir fark gözetmeyen yapıya sahip oluşudur. Bléger bu yapıyı tarif etmek için yapışık ya da yapışkan çekirdek adını da verir. Kimliğin oluştuğu ilk zamanlarda çevreye yapışan ve çevresel nesnelerle yapışık bir yaşam süren zihinsel bir duruma işaret eder. Bu çekirdeğin yapışkan olmasının yanı sıra bir diğer özelliği de bir ötekine emanet edilmesidir. Böylece emanet eden ile edilen arasında sembiyotik bir bağ kurulur. Bu mekanizma M. Klein’ın yansıtmacı özdeşleşim mekanizmasından farklı olup daha ilkel zihinsel bir işleyişe tekabül eder. Şizo-paranoid konumdan daha ilkel olan bu konuma yapışık konum adını veren Bléger, hayatın başlangıcındaki fark ve ayrım gözetmeyen zihinsel tutuma işaret eder ve onu muğlâklık olarak tanımlar. Oysa şizo-paranoid konumda iyi ile kötü olan kısmi nesnelerin bölünmesi belli bir ayırıma işaret etmektedir.

Çerçevenin bu sembiyotik bağını göz önünde bulundurduktan sonra, özelliklerini bir holding’e yani anne bakımına da benzeten Winnicott da çerçeve konusuna önemli katkılarda bulunmuştur. Winnicott’un özellikle çerçeve üstüne olan tespitleri tabii sadece bu holdingle ilgili olandan ibaret değildir. Burada kısaca önemli bulduğum bir tespitini ileri süreceğim. 1955 yılında yayımladığı “Aktarımın klinik biçimleri (Les formes cliniques du transfert)” adlı makalesinde Winnicott çerçevenin herkes için aynı olamayacağını ileri sürer -ki zaten bunu biz kliniğimizde çok belirgin bir şekilde görüyoruz- ve bu çerçeveyi analizanın ilk çocukluğunda aldığı anne bakımının niteliğinden bağımsız kurulmaması gerektiğini ekler. İlk çocukluğundaki mutlak bağımlılık döneminde bebeğin ihtiyaçlarına yüzde yüz yanıt verilebilmişse bu bakım veren çevre bebek tarafından hiç fark edilmez, kayıt altına bile alınmaz der Winnicott. Ama bakım veren çevre bebeğin ihtiyaçlarına yanıt vermekte başarılı olmazsa bebeğin süre giden varolma duygusunda bir çatlak meydana gelir. Birincil özdeşleşim döneminde gerçekleşen bu devamlılığın sekteye uğradığı durumlarda hakiki kendiliğin kendini korumaya alarak gizlendiğini ve dışarıya karşı düzmece bir kendilik inşa ederek (ki bu kendiliğin hakiki kendiliğin bir veçhesidir) devamlılık duygusunun bu gizlenme sayesinde kısıtlı da olsa devam edebildiğini söyler. Hakiki kendiliğin gizlendiği yerden yaşamı deneyimlemesi kısıtlanmıştır. Ama şöyle ya da böyle hayatta kalmıştır. Mamafih Winnicott şöyle can alıcı bir noktaya işaret eder ve der ki, analizanın bu düzmece kendiliği en nihayetinde analiste teslim olur ve işte o zaman, yani tıpkı bebeklikte olduğu gibi analizan analiste, analize, yaptığı çalışmaya yüksek bir bağımlılık geliştirir. Şöyle ki seans saatleri beslenme saatleri gibi değildir, düpedüz beslenmenin kendisidir. Analistin sözleri annenin teskin edici sözleri ya da ninnileri gibi değil o ninninin, o sözlerin kendisidir. İşte bu aşamada analistin herhangi bir hatası ki bu hata genellikle çerçeveye ilişkin olanlardır analizan tarafından geçmişte yaşanmış bu devamlılığın kesintiye uğramasına eşdeğer tutulur. Yani güncelde meydana gelen bir kopukluk eski bir deneyimin yeniden canlanmasıdır. Oysa ilk özdeşleşim dönemini sorunsuz atlatan bir analizanda bu hata dirençleri harekete geçirir ta ki analist kendi hatasını kabullene kadar. Oysa ilk deneyimlerindeki bir kırılmayı yeniden yaşayan bir analizan için bu eski deneyimin ortaya çıkarılması ve hakiki kendiliğin nihayet gizlendiği yerden çıkıp yaşadığı öfkeyi ifade etmesi önemlidir.

Bu aşamada analistin çerçeveyi, analitik durumu yeniden ele alıp kendi hatalarını gözden geçirmesinin, özellikle bu hataları kullanarak bu yaşantıyı ortaya çıkarmasının önemli olduğunu ve analizanın ihtiyaçlarına daha aktif bir şekilde yanıt vermesini söyler.

Çerçevenin kuramsal boyutundan iki farklı bakış açısı getirdim. Bu her iki bakış açısının farklı kuramsal-pratik arka planı olsa da ortak olan bir hususun altını çizmek isterim. Çerçevenin değişikliğe uğramasının, bu değişiklik analistin dışında gelişen bir sebepten kaynaklanıyor olsa bile, analiz içinde, yani sürecin içinde bu değişikliklerin her birinin tezahürü olacaktır.

Yaşadığımız bu karantina sürecinde de çerçevemiz ciddi bir şekilde sarsıldı. Fiziki olarak buluşamayacağımız ortaya çıkınca birçoğumuz Skype, Facetime ya da telefona yöneldi. Ama bu süreç kolay olmadı, hem analizan hem de analist açısından. Belirgin bir kayıp deneyimi yaşandı ve bu kaybın yasını tutmak için yeterli bir zamana ve duygusal mesafeye sahip değildik. Tek refleksimiz, bunu iki taraf için de söyleyebilirim, ulaşılabilir olmak, devamlılığı sağlamak oldu. Bir travma ortamında olduğumuz söylenebilir. Ama bu travmanın henüz birinci dönemindeyiz. Freud’un kuramında travmanın iki farklı döneminin önemi vurgulanır. Hatta Freud bunları A ve B olarak ayırır. A döneminde yaşanan travmanın etkisiyle dürtülerin istilasına uğrayan travmatize kişinin bu istilayı bastırmayla karşılamasıdır. Yani unutmak. Fakat bu unutulan olay daha ileride ortaya çıkabilecek B adını verdiği bir olayla yeniden canlanır. Mamafih travmanın yeniden canlanması ile travmanın gerçekleştiği zaman aralığı içinde ruhsal malzemenin de kendisi bir değişikliğe uğrar. Aradan geçen dönem latans dönemine benzer, tıpkı çocuğun cinsel dürtülerini uykuya yatırması ve onları bu uyku döneminde işlemesi gibi. Bu şema bizim şu an topluca yaşadığımız travmanın henüz A döneminde olduğumuzu hatırlatmakta, yaşadığımız olayı anlamaya, sindirmeye ve ruhsal açıdan onu dönüştürmeye fırsatımızın henüz olmadığı, her günü aynı günmüşçesine yaşadığımız, travma içeren bir güncelin içinde olduğumuzun altını çizmekte gibidir. Günceli burada sadece yaşadığımız güncel anlamında kullanmıyorum, psikanalitik anlamda da bir kavram statüsüne sahip bir Güncel’den (Scarfone, 2014) söz ediyorum. O da geçmişin hiç geçmediği, daimi olarak orada olan ve simgeleşemeyen bir geçmiş daimi olarak, şimdiki zaman olarak her gün bize yaşadığımız gerçeği hatırlatmakta.

Bir diğer husus da pratiğimizde biz analizanın travmasıyla çalışırız. Burada bizler de travma içindeyken ortaya çıkan analitik durumdaki simetridir. Oysa analist-analizan ilişkisindeki temel asimetri burada ilk bakışta bozulur. Korona virüsü tıpkı bazı karşıaktarım deneyimlerinde yaşanan, analistin benlik yitimi esnasında ortaya çıkan bir tür kimera gibidir. Bu konuda 2017 yılında Uluslararası Psikanaliz Yıllığı’nda yayımlanan Béatrice Ithier’nin “Kimeraların Kolları” adlı makalesini salık veririm. Makalenin ana fikri analist ile analizan geçmişlerinde benzer bir travmayı yaşadıklarında analiz süreci içinde tuhaf bir şekilde bir yarı hayvan yarı insana benzeyen tuhaf mitolojik bir yaratık bir Kimera belirir. Karşıaktarımın analizi sayesinde analist bu simetrik tuhaflığın içinden çıkacaktır.

Yine bu simetri durumunun bir başka veçhesini ele alırsak burada analizan analistin ofisine gelmez, analist-analizan çifti ortak bir iletişim aracı kullanırlar. Sadece telefonun kullanıldığı durumlarda analizanın ortadaki tek iletişim aracı sestir. Bu sesin üzerine yapılan aşırı yatırım, her iki taraf için de bazen tuhaf hatta uç durumlarda ensestsi bir yakınlığa yol açar. Bir kulağa yapışan ağızdan dökülen kelimelerin çıkardığı ses hiç de masum değildir. Analiz tedavisine mahsus temel asimetri bozulmuştur.

Yine ensestsi bir yakınlık Skype ile karşılıklı yürütülen çalışmalarda belirgindir. Yüzlerimiz hiç o kadar birbirine yakın olmamıştı ve bu yakınlık kimi durumlarda yorumlamayı gerektirir. Keza bazen evinin tek müsait olan odası yatak odası olan analizanın görüntüyü açmak istememesini doğal karşılamalı, yorumlamaya gerek duyulmamalıdır. Hatta bu iletişim biçiminin koşulları üzerine baştan mutabık kalınmalıdır.

Bir başka deyişle analiz ortamının içerdiği mahremiyet koşullar gereği müdaheleci (intrusive) bir hale dönüşebilir. Bu da bizi doğrudan ihlal ediciliği ve tabii en başta ensesti çağrıştırır.

Son olarak önemli bulduğum bir diğer hususu belirtmeliyim. Yaşadığımız güncelin baskısını çerçevemiz yüzde yüz karşılamayabilir. Böyle olması da doğaldır; olmasaydı inkâr içinde olmuş olurduk. Dolayısıyla kimi sosyal içerikli alışverişlerin (seans başında “nasılsınız?”, seans sonunda “kendinize iyi bakın!” gibi tümceler vb.) sadece aktarım içinde yorumlanması bazen yersiz de kaçabilir. Salt ortak gerçekliğin içinden bir yanıt da yetersiz kalabilir.

Son söz olmasa da önemli bir diğer husus da karantina ortamında sürdürmeye çalıştığımız bu farklı pratikler bizim koltuk-divan ya da karşı karşıya düzeneklerimizin yerine geçmez. Bir diğer deyişle “online analiz” değildir bu yaptığımız olmamalı da. Karantina günlerine mahsus bir pratiktir ve bu pratikten zamanla çıkartacağımız dersler olacaktır.

1 “Çevrimiçi Mini Konferanslar” programı dâhilinde 26 Nisan 2020 tarihinde Psike İstanbul dernek üye ve adaylarına verilen konferans.

KAYNAKÇA

Bléger, L. (2018). “José Bléger’in Psikanaliz Hakkında Düşüncesi”, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, Çev. Y.Yılmaz, B.Habip, Ed. N. Erdem.

J.Bléger. (1967). Symbiose Et Ambiguité, Le Fil Rouge, P.U.F.

Ithier, B. (2017) “Kimeraların Kolları”, Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, Çev. E. Çoban, B.Habip, Ed. N. Erdem Roussillon, R. (2007). Logiques Et Archéologiques Du Cadre analytique, Le Fil Rouge, P.U.F.

Scarfone, D. (2014). Revue Française de Psychanalyse,  “L’impassé. Actualité de l’Inconscient”, 2014/5, Vol. 78, P.U.F.

Winnicott, D.W. (1947). “La Haine Dans Le Contre-transfert”, De La Pédiatrie à La Psychanalyse, Petite Bibliotheque Payot, 1983.

Winnicott. D.W. (1955). “Les Formes Cliniques Du Transfert”, De La Pédiatrie à La Psychanalyse, Petite Bibliotheque Payot, 1983.

}