Danielle Quinodoz’nun Anısına

Koronavirüs pandemisinde ön plana çıkan 65 yaş üstü bireylere yönelik karantina önlemleri dikkatleri ister istemez bu yaş kategorisine ve “Yaşlılık” konusuna çekti. Yaşlıları korumak amacıyla uygulamaya konulan ama bir tür yaşlı ayrımcılığına kadar varan bu önlemler kamusal alanda ilginç tartışmalara da yol açtı. Bu tartışmaların içeriği, anlamları çok çeşitlidir ve sosyoloji, siyaset bilimi, demografi, tıp vb. farklı disiplinlerin ilgi odağı olmaya devam etmektedir.

Bu yazıdaki yaşlılık farklı bir bakışı, içeriden bir bakışı gerekli kılmakta, yaşlılığın ve yaşlının ruhsal süreçleri üzerine düşünmek hedefini gütmektedir. Psikanaliz yaşlılık dönemini, bebeklik, çocukluk, ergenlik ve erişkinlik dönemleri gibi ele almamış bu alanda epey gecikmiştir. Ayrıca Freud’un elli yaş sonrası için bir psikanaliz tedavisini pek tavsiye etmediği bilinmektedir. Burada Freud’un argümanı libidonun esnekliğini kaybetmiş olması ve 50 yaş üstü analizanlarda çok büyük değişiklerin beklenmemesi yönündeydi.

Mamafih Freud’un zamanındaki psikanalize değin kuramsal ve klinik tespitler çok değişti ve gelişti. Libido kuramı tabii ki eskimedi. Aşk ve cinsellik, doğumdan itibaren sevme ve sevilme ihtiyacı, yani yaşam enerjisi olan Eros hala psikanaliz ekolleri arasında başat bir öneme sahip. Bunların başında dürtü kuramının apayrı bir yere sahip olduğu Paris Psikanaliz Topluluğu geliyor. Post-Freudçular olarak anılan çağdaş psikanalistler Freud’un kuramını daha ileriye taşıdılar, iç dünya ve iç nesneler, bütünleşme (M. Klein), düşünme kuramı (W.R. Bion) gibi kavrayışlar zamanımızın psikanaliz düşünmesinde önemli bir yere sahip oldu. Sadece libido değil, libidonun, cinsel enerjinin düşünme ve karar alma süreçlerimizi, bedenimizi tüm yaşamımız boyunca nasıl etkilediği de önemli oldu. Böylece 1 yaşındaki bebeğin henüz nüve halindeki düşünme yeteneği ile tüm yaşamını gözden geçiren ya da geçiremeyen 80 yaşındaki yaşlı bir bireyin düşünce süreçleri de çağdaş psikanaliz açısından ilginç hale gelebildi.

Psikanalizin ya da psikanalistler tarafından yürütülen psikanalitik bir terapinin 50 yaş ve üstünde de mümkün olmasının bir diğer gerekçesi de yaşam dilimlerinin uzaması ve yaşam biçimlerinin Freud’un zamanınkinden epey farklı olmasıdır. Yaşam dilimlerinin uzaması ile kadın ve erkeklerin sık sık ikinci hatta bazen daha da fazla evliliklerle yaşamlarını yeniledikleri göz önünde bulundurulunca, bu süreçlerde ruhsal hayatın tüm dinamiklerinin gençlikte yaşananlarınkinden çok farklı olmadığı gerçeği gözler önüne serildi. Belki aldığı görünürdeki biçimler farklılaştı, ama insanoğlunun ruhsal işleyişi temelde değişmedi. Freud’un vakalarını anlattığı metinlerde kırklı yaşlarda dul bir kadın yaşlı sıfatıyla anılıyordu. Keza zamanın cinsel pratikler üzerindeki sosyal kontrolü yüksekti ve bireyin evlilik dışında ve aile kurmadan da aşk hayatını sürdürebildiği gerçeği göz ardı ediliyordu.

Çağdaş psikanalizin bakışı bu toplumsal gerçeklere de gözünü kapamadı. Psikanaliz tedavisi yaş sınırı tanımazken psikanalizin çeşitli pratikleri de gerontolojinin alanına girdi. Avrupa’da bakım evlerinde sık sık psikanalistlerin konsültasyonuna başvurulduğu gibi kurum içinde yaşlılarla çalışan terapistler bir psikanalistin süpervizyonluğunda pratiklerini geliştirdiler. Bu minvalde psikanalistler de son 20 yıl içinde yaşlı bireylere divanlarını açmaya başladılar.

İşte böyle bir deneyime sahip ünlü bir psikanalistin tespitleri bu yazının odağında olacak. Yaşlanmak. Bir Keşif adlı kitabını 2008 yılında yayımlayan, İstanbul’a da bir sunum yapmak üzere gelmiş 2, Fransız kökenli, İsviçre Psikanaliz Topluluğu’na mensup Danielle Quinodoz’un bu alandaki tespitleri yaşlıya ve yaşlılığa yepyeni bir bakış açısı getirmiş, yaşlılığın korkutucu imgesinden kurtarmıştır. Ne de olsa medya organlarının çoğunluğu yaşlılığı fiziki ve mental handikaplar çerçevesinde ele almakta ve sürekli bir olumsuz algıyı yaymaktadırlar. Oysa birbirinden çok farklı yaşlanma biçimlerinin olduğu gerçekliğini göz ardı etmeyen yazar, Freud’un ruhsal çalışma kavramını ödünç alarak yaşlılık çalışması adı altında ruhsallığımızın işleyişini yepyeni bir bakış açısıyla gözler önüne serer.  Ruhsallığın en bariz çalışmasını rüyaların çalışmasında izleriz. Rüyadaki öğeler dinamiktir, hem geçmişten hem de şimdiki zamandan izler taşıdığı gibi, bu öğeler yoğunlaştırma ve yer değiştirme mekanizmalarıyla da yer ve görünüm değiştirip sansürden kaçarlar. Böylece rüyayı gören kişi onu ilk bakışta anlayamaz. Analiz durumu bu gizlenen öğeleri yerinden çıkarıp geçmişle şimdiki zaman arasındaki bağlantıyı kurarak rüyayı anlaşılır kılar. Yaşlılık çalışmasını rüya çalışmasına benzeten yazara göre yaşlanmak sadece yaş almak değil, bu yaşı nasıl aldığımızın, kısacası nasıl yaşadığımızın da göstergesidir. Yaşlılık çalışmasının da tıpkı rüya çalışmasında olduğu gibi kendine has dinamikleri vardır.

Yaşlılık çalışması yazara göre, yaşamımızın sonunu güzergâhının bütünü içinde, yani başı ve sonuyla birlikte, içsel tarihimizin bütününe bakarak konumlamaktır. Bu konumlama kendi içsel tarihimizi inşa etmektir. Böyle bir çalışmayı yaşlılar farklı biçimlerde icra ederler. Kimisi yaşamını kaleme alır, kimisi fotoğraf albümlerini düzenlemeye koyulur. Maksat yaşamın tümünü kapsayan bir iç tutarlılık arayışıdır. Bazı yaşlılar bu tarihe bütünsel bir bakış atmaktan imtina ederler; böylece yaşamın sonluluğunu da görmezden gelmiş olurlar der Quinodoz. Bunu da yaşamlarındaki önemli olayları yan yana getirip onlar arasında bağ kurmadan yaptıkları için zaman içinde bir yolculuk ettikleri mefhumu sanki onlara yabancıdır. Bu tür yaşlıların pasif bir şekilde yaşlandıklarını söyleyen yazar çok sık rastladığımız her gün aynı hareketleri tekrarlayan, her günün aynı gün olduğu monoton bir hayata gönderme yapar. Oysa aktif bir biçimde yaşlanan insanlar rutin içindeki monotonlaşmış yapıp ettiklerine değil, daha çok tüm yaşamlarının anlamına yoğunlaşırlar, bir anlam bulmaya çalışırlar.

Bunu yaparken de geçmişle şimdiki zamanı tüm yaşamlarının içine katarlar. Bazı yaşlılarda bu belirgindir. Yaşamlarının belli başlı önemli dönüm noktalarını daha sık anlatmaya başlarlar ve bu anlatıların çevrelerindeki kişiler tarafından dinlenmesinin çok değerli olduğunu vurgulayan yazar bu anlatıcılığı, takıntılı bir biçimde aynı sahne ve olayları durağan bir şekilde anlatan yaşlılardan ayırır. Bu sonuncular zamanı durağanlaştırmış ve ölüm düşüncesini zihinlerinden kovmuştur; onlardaki hâkim duygu can sıkıntısıdır. Oysa aktif bir şekilde yaşlananlarda ölüm düşüncesi daimi olarak mevcuttur bu bir miktar kaygı pahasına olsa da can sıkıntısından eser yoktur ve zaman kavrayışları sonluluğu içerir. Canı sıkılan yaşlıların zamansal algıları ise sonsuzluk temelindedir. Mütemadiyen aynı anıyı tekrarlayan ve çevresinde bezginlik duygusu yaratan yaşlıların o anıya takılıp kalmalarının avantajının o anıyı kaybetmediklerine dair yanılsamalı bir inanış olduğunu ileri süren yazar durdurulan o enstantanede yaşamın durduğunu ve o anının kişinin tüm yaşamına dâhil olmadığını da ekler. Bir başka deyişle söz konusu anı, anı olmaktan çıkmış yaşlının yaşamının içinde değil, havada bir yerde asılı kalmıştır.

Anıların kişinin tüm yaşamına dâhil olması gibi farklı yaş dönemlerinin de tüm yaşamla bütünleşmesinin önemini vurgulayan Quinodoz şimdiki zamanımızın geçmiş tüm yaşlarımızın izlerini taşıdığını ileri sürer. Yaşlıların da bu izleri taşımasının ve onları bütünleştirmesinin önemine dikkat çeken yazar yaşlılıktaki ahenkli bir yaşamın bu bütünleştirmekle mümkün olabileceğini ileri sürer. Bununla ilgili ilginç örnekler de veren yazar kimi yaşlıların sanki daha ileri bir yaşa geçmek için bir önceki döneme ait yaşantıları yok etmeleri gerekiyormuşçasına farklı dönemlere mahsus yaşamlarını ayrı kutulara hapsettiklerini gözlemler. Yazar, çocukluğunda çokbilmiş bir çocuk olarak epey sükse toplamış ama çocukluğunu yaşayamamış yaşlı ve mutsuz bir adamdan söz eder. Analiz sırasında bu adamın kendi çocukluğunu nasıl öldürdüğünü, bir önceki oğlunu kaybeden yaslı annesinin etkisinde kalarak kendisine çocuk olmaya izin vermediğini anlatır. Bir diğer örnek de beş yaşındaki bir kız çocuğu gibi konuşan yaşlı bir kadındır. Çocukluk burada bir kutunun içine hapsolmaktan ziyade tüm sahneyi kaplamış ve diğer tüm yaşların kendilerini göstermelerini engellemiştir. Çocukluğunda cinsel istismara maruz kalan yaşlı bir kadının tüm yaşantısı sanki bir istismarcıyla işgal edilmişti ve çocuksu öğelerle dolu idi. Yazar bu kadının analiz süresince diğer yaşlarını da nasıl tedricen yaşamına dâhil ettiğini anlatır. Keza bir çoğumuza da tanıdık gelebilecek ergenlik döneminin kimi çılgınlıkları, ya da hayal kırıklıkları anılarının silinmesinin de yaşlılıkta bir handikap olduğunu, yaşlıların gençlerdeki dürtüsel enerjiye, tutkulara tahammülsüzlüğünün kendi yaşamlarındaki kimi tutkulara karşı da körleşip onları dönüştürmekten mahrum kaldıkları tespitinde bulunur. Çocukluk dönemini muhafaza etmenin çocukluğa geri dönmekten farklı bir şey olduğunun da altını çizen yazar N. Huston’a atıfta bulunarak, çocukluğu bir meyvenin çekirdeğine benzetir. Meyve olgunlaştıkça çekirdeği kaybolmaz. Aynı şekilde ileri yaşlar da çocukluğu silmez.

Yazarın üstünde durduğu diğer bir husus da ölüm düşüncesi karşısında duyulan kaygıdır. Kimi yaşlılar bu kaygıya yenilmez ve çevrelerine son günlerine kadar faydalı olmak isterler. Kimi yaşlılar da aksine huysuzlaşırlar. Tabii bu huysuzluğu yaşlıyı çevreleyen koşullar çerçevesinde düşünmeyi ihmal etmeden, yazar ünlü psikanalist M. Klein’ın şizo-paranoid ve depresif konumlarına gönderme yapar.

Çevrelerine karşı faydalı olmaya gayret eden yaşlıların ölüm kaygısına karşı direndiklerini ve sevgi nesnelerine ihtimam göstererek onların zarar görmemesi için gayret ettiklerini söyler. Duydukları kaygı depresif bir kaygıdır. Bu tabii depresyon demek değil, sevgi nesnelerini kaybedebileceklerine dair tasalı ama sevgi dolu bir yaşantıdır. Bu da yaşlıların son zamanlarında iç dünyalarına bir çekidüzen vermek için çevrelerindeki kişilerle uzlaşmaya, gerekirse onlarla barışmaya yönelik gayretlerini de anlaşılır kılar. Bu gayretlerin temelinde sevgi nesnelerini onarma hedefi vardır. Tabii bu nesneleri özellikle iç nesneler bağlamında düşünmemizi vurgulayan yazar kimi yaşlıların bu iç dünyalarını ve iç nesnelerini bütünleştirmeye yönelik yaşlılık çalışmasından örnekler verir. İç nesnelerle kurulan bağın gücüne çarpıcı bir örnek de ölüm anında yalnız kalma talebidir. Sofokles’in ünlü trajedisi Oidipus Kolonos’ta, Oidipus’un bu dünyayı terk etme anında kızı Antigone’den onu yalnız bırakmasını istediği gibi böyle bir yalnızlığı isteyen yaşlıların aynı zamanda eşlik edilme taleplerinin birbiriyle çelişmediğini söyleyen yazar ölüme yaklaşan bir yaşlının farklı bir zaman diliminde olduğunu ileri sürer. Ölümle burun buruna gelmiş insanların tanıklık ettikleri gibi, o anlarda, bir tür sonsuzluk anında tüm yaşamları gözlerinin önünden geçer. O anı bizim yaşadığımız kronolojik zamanın dışında kurgulayan yazar, yaşlılık çalışmasıyla iç nesneleriyle çok yakın bir ilişki içinde olan yaşlıların böyle bir zamanda yaşadıklarını ileri sürer.

Huysuzlaşan yaşlıların ise ölüm düşüncesi ile kurdukları ilişki farklıdır. Onların yaşadıkları kaygı görünürde ölümle ilintili olsa bile yazar bu kaygıyı suçluluk duygusu ve zulmedilme korkusu ile ilişkilendirir. Bu korku da yaşlılık çalışmasını imkânsız hale sokar. Yazara göre bu yaşlılar bilinçdışı bir düzeyde yaşlanmayı ve ölümü bir zamanlar öfke besledikleri hatta saldırganca tutumları olduğu kişilerin bir intikamı olarak yaşamaktadırlar. Bu düşünce, yani eski düşmanların intikam alacağı düşüncesiyle çevrelerine karşı git gide güvensiz ve şüpheci olmaya başlarlar. Hatta sevdikleri ve değer verdikleri kişilere de öfke duymaya tahammül edemezler. Bu sanki onları bütünüyle kaybetmek anlamına gelir. Duyguları keskin ve nüanstan eksiktir. Dolayısıyla ölüme hazırlanmak bir yana yaşamın son zamanlarını bir tür zulmedilme kaygısıyla geçirirler. Bu yaşantıları yazar şizo-paranoid konumdaki kaygılara benzetir.

Belki burada bir parantez açmak ve iç nesneler ve şizo-paranoid konum gibi psikanaliz kavramlarına kısaca bakmakta fayda var. İç nesneyi M. Klein zihinsel ve mental bir imge olarak tarif eder. Bu imge tabii kaynağını dış dünyadaki bir nesneden alır. En önemli iç nesneler anne-baba, ya da meme ile ilgili olanlardır. Bebek bu nesneleri kendi yaşantısıyla yani kaygı ve korkuları, ya da sevgi ve şükran duygularıyla biçimlendirir. Bir başka deyişle bebek bu nesnelere yaşam ve ölüm dürtülerini yansıtır. Akabinde, bu yansıtma sonucunda meme içe atılır. Örneğin bebek çok açsa çok cimri ve onu doyurmayan bir meme imgesi kendilik içine atılır. İçe katılan bu nesnelerle bebek daha sonra özdeşleşecek ve bir tür paralel dünya, yani bir iç dünya yaratacaktır, zira bu birbirinden farklı nesnelerin içeride birbirleriyle de iletişime geçmeleri söz konusudur.

İşte böyle paralel bir evrenin varlığına örnek olarak şizo-paranoid konum gösterilebilir. M. Klein konum terimini ruhsallıktaki belirli bir tutum olarak tarif etmekte herhangi gelişimsel bir evreye gönderme yapmamaktadır. Şöyle ki söz konusu ruhsal tutum yaşamın herhangi bir döneminde, yaşlılıkta da vuku bulabilir ve sadece bebekliğe ya da çocukluk dönemine mahsus değildir.

M. Klein bebeğin doğum anında yaşadığı travmaya, açlık ve memeden yoksun kalma deneyimlerine, ölüm dürtüsünün etkilerine verdiği ruhsal tepkileri inceler. Ünlü psikanaliste göre bebek çok kısıtlı da olsa bir benliğe sahiptir ve bu benlik bütünleşmemiş olup bu tür yaşantılarla özellikle de ölüm dürtüsünden kaynaklı kaygıyla baş etmeye çalışır. Bunu da nesneleri iyi ve kötü olarak radikal bir biçimde bölerek ve onlara ya yansıtarak ya da onları içe atarak ve sonra da bu nesnelerle özdeşleşerek mücadele eder. Bu bölmenin gelişim açısından önemini vurgulayan yazar, iyi bir nesnenin, iyi bir deneyimin iç dünyaya yerleşmesinin ileride şizo-paranoid konumda takılıp kalmamayı ve depresif konuma doğru ilerlemeyi sağladığını da ileri sürer.

Nesneleri iyi ve kötü olarak bölmenin yanında, şizo-paranoid konumun en temel özellikleri yüceleştirme ve tümgüçlülüktür. Kötü deneyimler tümgüçlü bir şekilde inkâr edilir ve iyi deneyimler yüceleştirilir. Böyle bir ruhsal mekanizmanın temelinde zulmedici bir memenin düşlemsel varlığı vardır.

Oysa depresif konumda deneyimler daha yumuşar, radikal iyi ve kötü yerini nesnenin hem iyi hem de kötü olduğu ve bir bütün olarak algılandığı biçime doğru evrilir. Mutlak iyi ve kötülerin dünyası geride kalmış, sevgi nesnesinin hayatta kalması, onu kaybetmemek için duyulan kaygı ve verilen çaba ön plana çıkmıştır. Yaşlılık çalışmasının da yaşamın son dönemlerinde bu depresif konuma ulaşmasının önemini vurgulayan yazar bir anlamda yaşamın bütününü göz önünde bulundurmamızı ve bu bütünlük üzerinden bir anlamlılığın mümkün olabileceğini ileri sürer.

Tabii hayatı bir bütün olarak ele almak bu bütünlük içindeki kayıpları da kabullenmek anlamına gelir. Ne de olsa yaşlılık dönemi bir dizi kayıp ve vazgeçişi içerir. Profesyonel hayatın sonlanması ile başlayan bu süreç fiziki kısıtlanmalarla, kimi zaman da sağlık sorunlarıyla devam eder. Yaşlı kişinin hayatından kimi zaman eşleri kimi zaman yakınları, arkadaşları bir bir eksilmeye başlar. Bu kayıplara karşı her yaşlının farklı bir biçimde tepki verdiğini tespit eden yazar, kimi yaşlıların gerçek kayıplarını ruhsal ve sembolik anlamda iç dünyalarında muhafaza etme yeteneğine sahip olduklarını, ruhsal gerçekliklerine yakın bu kişilerin bizleri farklı bir gerçekliğe, fiziki gerçeklik kadar gerçek olan bir gerçeklikle tanıştırdığını ileri sürer.

Kayıpların nasıl muhafaza edildiğine dair patolojiden ilginç bir örnek de veren yazar 80 yaşında Xantia adlı yaşlı bir kadının yas sürecine odaklanır. Bu kadın tüm yaşamı boyunca anne-babasına karşı olan bağlılığı bağımlılık derecesindeymiş ve son günlerine kadar onlarla birlikte yaşamış. Kadın 60 yaşına gelince peş peşe anne ve babasını kaybetmiş. Fakat hiçbir şey olmamış gibi yaşamına devam etmiş. Ama seksenli yaşlara gelince ve yalnız hayatını idame edemeyeceği belli olunca bir bakımevine kaldırılmış. Bakımevine kaldırıldığı sırada bu canlı, üretken kadın birden katatoniye girmiş. Bakımevindeki psikiyatr bu kadınla düzenli olarak görüşmeye başlamış ve bu görüşmeleri bir psikanalistin süpervizyonluğundaki ekip toplantılarına getirmiş. Süreç şöyle gelişmiş: psikiyatr her gün Xantia’ı 15 dakikalığına ziyaret ediyormuş ve tabii bu ziyaretlerde yaşlı kadın kaskatı postürünü devam ettirip ağzını açmıyormuş. Psikiyatr farklı bir yol denemiş kendi gördüklerini, hissedip anladıklarını hastaya tedricen anlatmaya başlamış. Bu süreçte hastanın bakışlarında bir canlanma tespit eden psikiyatr daha da ileri giderek tahmin ettiklerini de hastaya aktarmış. Yaşlı kadın önceleri bazı mimiklerle psikiyatrın söylediklerini onaylıyor ya da reddediyormuş. Zamanla az da olsa konuşmaya başlamış. Psikiyatr bu sefer çalışmasına haftada iki kere 45er dakika olmak üzere daha kapsamlı bir çerçeveyle devam etmiş. Bu çalışmanın paralelinde süre giden ayda bir tüm ekibin bir psikanalistin süpervizyonluğu ortaya epey ilginç bulgular çıkarmış. Bu hayat dolu enerjik kadın anne babasının vefatlarından sonra onlara ait eşyaları bir takım kutulara koymuş ve sanki bir daha açmamacasına da özenle onları kilitlemiş. Zihninde sanki anne-babası somut olarak o sandıkların içindeymişçesine bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlarmış. Bazen hatta onlar yaşıyormuşçasına konuşan yaşlı kadının onların kaybını inkâr etmekte ve patolojik bir yas süreci içinde olduğu barizmiş. Burada yazar kaybın ilkel bir sembolizmle karşılık bulmasını ve temsil edilmesinin altını çizer. Zaten katatonisinin tam da bakımevine taşındığı zamana denk düştüğünün altını çizen yazar, hastanın ilerleyen süreçlerde o kutuların kurum içine taşınamayacağı gerçekliği ortaya çıkınca ilk defa anne-babasını kaybettiği hissini duyumsadığını söylediğini de eklemiştir. Kutularından ayrı kalınca yas sürecini başlatan Xantia, onlarla özdeşleşip hareketsiz ve sessiz kalmıştı. Ne de olsa yas süreci öncelikle yaslı kişinin kaybettiği kişiyle özdeşleşmesiyle başlar yani onu önce içine katması sonra onu içselleştirmesi gerekir. Bu yas sürecinde inkârdan sonra kayba karşı ortaya çıkan en temel savunma mekanizmalardan biridir. Böylece kayıp nesne yaşamaya devam eder. Yas sürecinin sağlıklı işleyebilmesi bu içe atılan nesnenin kendisinden çok temsil ettiği özelliklerinin ön plana çıkmasıdır. Oysa Xantia kaybı önce inkâr etmiş sonra onlarla somut bir şekilde özdeşleşmişti.

Kayıplarını iç dünyalarında muhafaza etme yeteneğine sahip yaşlılar ise bu kayıplara kendi iç dünyalarında bir alan açarak onlarla diyaloglarını kesmez. Bu iç diyalog dışarıda da, çevrelerindeki kişilerle de devam eder. Gençlik zamanlarını, deneyimlerini paylaşan tatlı dilli yaşlılar daha az acı çekmezler, ne de olsa her kayıp ruhsallık açısından bir darbedir; mamafih onların bu acıları tarihselleştirme ve bir anlatıya dönüştürme yetenekleri yazarın deyimiyle “her şeylerini kaybetmeleri ama kendilerini kaybetmemeleri” yaşlılık çalışmasının bir başarısıdır.

D. Quinodoz’nun psikanalist olarak yaşlılarla sürdürdüğü psikanaliz, psikanalitik psikoterapi, kurum içinde yaşlılarla sürdürülen psikoterapilerin süpervizyonu gibi çalışmalarını paylaştığı bu kitabın bir diğer önemi de ruh sağlığı profesyonelleri için yeni ufuklar açmasıdır. “Bu yaştan sonra değer mi” sorularıyla karşılaşan terapist ve analistlerin bundan yılmamalarını zira yaşlının sarf ettiği bu sözlerin özünde bir değersizlik duygusunun yattığını, aslında buna kendisinin değip değmediğini sorgulamakta olan bir bireyi düşünmemiz gerektiğini söyler. Terapi süreci başlar başlamaz yaşlıdaki zihinsel canlanmanın belirgin olduğunu, sık sık ortaya çıkan ev kazalarında, keza somatik yakınmalarda da önemli ölçüde azalmanın bu yakınmaların bilinçdışı bir şekilde yardım isteme biçimi olduğunu da gösterdiğini belirtir.

Yaşlılarla sürdürülen analitik çalışmanın her türlüsünün diğer yaş dilimlerindekinden çok farklı olmadığını belirten yazar yaşlıları böyle bir çalışmaya motive eden iki önemli hususa işaret eder. Bunlardan birincisi yaşlıların yas çalışmalarını yerine getirmekte zorlanmaları ve bu konuda dolaylı olarak yardım istemeleridir. Bir diğeri de kimlik arayışlarıdır. Bu arayışın temelinde sık sık yaşamları boyunca kimliklerini çevrelerindeki talepler doğrultusunda inşa etmiş olan kişilerin yaşlılık dönemindeki yalnızlık yüzünden tek başlarına var olamama sorunu yaşamalarıdır.

Yaşamımızın sonunun da yaşamımızın bir parçası olduğunu ve değerli olduğunu bize hatırlatan D. Quinodoz bu son kitabıyla, yaşlılığa bir anlamda eskiden sahip olduğu değeri iade etmiştir. Yaşlılık çalışmasını ruhsal çalışmanın bir parçası olarak günümüzün psikanaliz pratiğine kazandırması bu kitabı ayrıca değerli kılmaktadır.

Psikanaliz kuramında ve yüz yılı aşkın pratiğinde yaşamımızın başlangıcı ve özellikle de ilk 5 yıllık döneminin belirleyiciliği bir paradigma olarak karşımıza çıktı. Oysa yaşamımızın son yılları ve o yıllara mahsus ruhsal yaşantılar ve yaşamımızın sonunu hazırlamak gibi konulara D. Quinodoz ve birkaç çağdaş psikanalistin tespitleri dışında pek değinilmedi. Bu konulardan kaçınmanın konjonktürel nedenlerine bu metnin başında kısaca değinilmiş olsa da bu kaçınmanın ruhsal nedenleri de muhtemelen ileriki dönemlerde daha belirginleşecektir. Bu kaçınma, psikanalistlerin bir tür “zamansız” bir ortamda –ne de olsa bilinçdışı zaman tanımaz- yıllarını geçirdikleri ve kronolojik zamana daha az dikkat gösterdikleri için olabilir mi? Ya da psikanalistlere özgü bir zamansallığın tarifinin yeniden yapılması gerekli değil midir? D. Quinodoz’nun kitabı bu anlamda psikanaliz dünyasına yeni bir değer katmamış mıdır?

1 Cogito Dergisi, “Hasta Bir Dünyada Yaşlanmak”, sayı 98, Yaz 2020.

2 Danielle Quinodoz Aralık 2006 yılında Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapier Derneği (şimdiki adıyla Psike İstanbul) tarafından düzenlenen Psikanalitik Çerçeve temalı Psikanalitik Bakışlar Sempozyumu’nda bir sunum yapmış daha sonraki yıllarda eşi Uluslararası Psikanaliz Dergisi Yıllıkları editörü Jean-Michel Quinodoz ile birlikte seminer vermeye de gelmiştir.

KAYNAKÇA

Freud, S. (1900). Düşlerin Yorumu, çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları, 2004.

Freud, S. (1917). Yas ve Melankoli, çev. Leyla Uslu, Cem Yayınevi, 2019.

Klein, M. (1921-1945). Sevgi, Suçluluk, Onarım, Ed. B.Habip, Kanat Yayınları, 2003.

Quinodoz, D. (2008). Vieillir. Une Découverte. P.U.F.

}