Bella Habip
“Etik, İnançlar ve Eğitim” konusunda düzenlenen bu panele benim katkım çocukta vicdanın gelişmesini psikanalizin bulguları açısından ele almak olacak. Bu bulgular ışığında ahlaki eğitimin ve vicdanın geliştirilmesine yönelik girişimlerin sadece din eğitimi çerçevesinde ele alınmasının ne kadar kısıtlayıcı olabileceğine yönelik dolaylı bir yanıt vermeyi umuyorum. Şöyle ki, vicdan dediğimiz bu içimizde iyi ile kötüyü ayıran sesin, ya da bu seslerin, içerdiği bilgi ve anlayış insanlığa has bilgileri ve insanlığın devam edebilmesini sağlayan psikanalizin gün ışığına çıkardığı temel yasaları da içeriyor. Bu yasalar cinayeti ve ensesti engelleyici olup, küçük insanın insancıllaşmasını sağlayan niteliğe sahiptirler. Freud’un ileri sürdüğü ünlü Oidipus Karmaşası bu ilkel arzuların gerçekleşmesine karşı, kişiliğin daha medeni yönleriyle ilkel yönleri arasındaki çatışmayı betimler. Bu çatışma özellikle anne-baba ve çocuk üçgeninde cereyan eder. Ebeveynlerin kısıtlama ve yasaklamalarını zamanla içselleştiren çocuk tedricen bir iç dünyayı oluşturur. Başta ebeveynlerimiz ve onların da bilinçdışları olmak üzere muhtelif içselleştirmelerden oluşmuş bir iç dünya burada söz konusudur. “Ebeveynlerin de bilinçdışları var” diyorum zira ebeveynler de bir zamanlar çocuktu ve onların da çatışma içine girmiş oldukları ebeveynleri vardı. Kliniğimizde ebeveynlerin kendi çocukluklarının hali hazırdaki ebeveyn olma durumlarını doğrudan şekillendirdiğine sık sık tanık oluyoruz. Bu iç dünyayı, yani bu iç dünyaya has nesneleri ve bilinçli olmayan senaryoları ahlaki eğitim açısından görmezden gelmek pek gerçekçi olmaz. Tabii bir diğer unsur da çatışmalı ama aynı zamanda yoğun aşk duyguları içeren bu üçlüyü çevreleyen kültürel iklimin etkisi. Ebeveynleri bu kültürel iklimin taşıyıcıları olarak tasavvur eden psikanaliz öğretisi ve pratiği daha çok çağdaş psikanalizin bulgularının konusudur ki, bu yazıda ben daha çok başlangıçta Freud ve Klein’ın vicdan üzerine olan tespitlerini ele alarak başlamak istiyorum.
Küçük insan en başından beri, M.Klein’a göre (1933) altıncı ayından itibaren iyi ve kötü mefhumlarını geliştirmeye başlıyor, yani bir etik oluşturuyor; bu etik başlangıçta dürtü temelli, çok arkaik ve ilkel bir etik olsa da. Kısaca söylersem bebek beslenip mutlu olduğunda yaşadığı deneyimin iyi bir deneyim olduğunu “düşünüyor”. Tabii burada “düşünmek” terimini, düşüncenin en ham hali, yani duyusal ve algısal temelli zihinsel bir faaliyet olarak düşünmeliyiz. Bebek kötü bir deneyim yaşadığında ise, örneğin anneyi beklerken çok ağlamışsa ve sonradan ona sunulan meme veya gıda yeterince telafi edici olmamışsa, aç bile olsa yemeği tükürmeye, bazen kusmaya başlar. İlk “kötü” denilen bu deneyim, deneyimlenmez dışarı atılır, tükürülür. İşte bebeğin böyle arkaik bir etiği var. Yani iyiyi içime alırım, kötüyü dışarı atarım. Kötü dışarıdadır, iyi de içerdedir. Bir başka deyişle, kötü başlangıçta bebek açısından deneyimlenemez. Bu arkaik etik böyle kalmıyor tabii; bebeğin, daha sonra da çocuğun iyi ve kötü deneyimleri çoğaldıkça bunlarla mücadele etme yeteneği de gelişiyor. Örneğin konuşmaya başlayınca kendi sözcükleriyle “bu kötü” diyor ve dışarı tükürmüyor. Yani kötü de vücut bulmaya başlıyor bebeğin dünyasında. İçeride, yani bebeğin iç dünyasında bir takım iyiler ve kötüler yerleşiyor ve bir iç dünya gelişiyor. Bir başka deyişle, bebeğin içinde bir takım sesler oluşuyor ve bu seslerle diyalog içine giriyor bebek. Bu iç konuşmalar olmadan bir vicdandan söz edilemez. Ruh sağlığımızın en önemli göstergesi bu iç diyalogun kesintisiz devam etmesidir. Bazen bu diyalog kesilir ve kişi sadece dış referanslarla, ya da dış dayatmalarla iyi ile kötüyü ayırmaya başlar; bazen de bu iyi ile kötü arasında iç dünyada şiddetli bir çatışma hâsıl olur. Kişi karar veremez.
Bebeğin ruhsallığına yeniden geri döneceğim zira vicdanla ilgili en temel bulgular orada yatıyor. Ama Klein’ın gün ışığına çıkardığı bebeklik çağından başlayan vicdanın gelişimini ele almadan önce, Freud’un bu konudaki tespitlerini vurgulamakta fayda var. Ne diyor Freud vicdan konusunda?
Freud vicdan mefhumunu iyi ile kötüyü tartan ve kişiye bu doğrultuda telkin, tavsiye hatta talimatlar veren, kimi zaman koruyucu kollayıcı kimi zaman da zalim olabilen bir merci olarak tarif eder ve ona üstbenlik (1923) adını verir. Bu üstbenlik benliği yönlendirmektedir. Freud bu mercii başlangıçta rüyalarda (1900), daha sonra da, patolojik durumlarda tespit etti. Ama en başta rüyalardaki sansür mekanizması onun dikkatini çekti. Şöyle ki rüyada kimi gizli arzular, ki bunların çoğu cinsel içerikli idiler ya da şiddete yöneliktiler, bazı mekanizmalarla gizlenip hasıraltı edilebiliyordu. Rüyalardaki kimi birbirinden farklı öğeler birleşip bileşik ve artık rüyayı gören için tanınmaz bir öğe ortaya çıkarıyorlardı. Freud’un ünlü “Rüya bir arzu gerçekleşmesi girişimidir” (1901) dediği gibi, hastanın rüya üzerindeki çağrışımları bu anlamsız oluşumların aslında kimi arzuların gerçekleşmesine; sansürden kaçarak gerçekleşmesine, yani gizli bir arzunun gerçekleşmesine yaradığını ortaya çıkardı. Üst benliğin de yasaklayıcı özelliği rüyalardaki sansür mekanizması olarak böylece ortaya çıktı.
Üst benliğin benliği izleme, onun üzerinde hâkimiyet kurma ve onu yargılama yetisini ise patoloji ortaya çıkardı. İzlenme hezeyanlarında hasta birilerinin kendisini izleyip gözetlediğini iddia ettiğinde, aslında içindeki bir merciden, dışarıya yansıtılmış bir merciden söz etmektedir. Keza ağır melankoli hastaları da, dünyadaki tüm felaketlerden sorumlu ve suçlu olduklarını ileri sürdüklerinde, onları yargılayan ve suçlayan bir mercinin benliklerini tamamıyla eline geçirdiğini göstermektedirler. Benlik bu her iki durumda da bölünmüştür. Biri diğerine karşı düşmanca davranmaktadır. Ve biz bunu açıkça görmekteyiz zira psikozlarda bu içerideki ses dışarı taşar. Psikoz zaten bir tür iç dünyanın dışarıda bir temsil, bir müdahil, sık sık da bir tanık arama girişimidir. Mamafih nevrozlularda bu iç ses, zalim ya da koruyucu olsun duyulmaz. Yani obsesif hasta örneğin saat başı duşa girdiğinde, onu yıkanmaya (arınmaya?) yönelten o iç sesi, o komutu duymaz. Hastanın duyduğu şey yorgunluk hissidir. İşte Freud’un buradaki en büyük buluşu içimizdeki o sesin, yani bize şunu yap, bunu yapma diyen sesin, önemli ölçüde bilinçsiz olduğunu, ama bilinçdışımızda faal olduğunu göstermektir. Yani içimizde olup da bihaber olduğumuz bir dizi komut var, yargı var. Peki, nasıl oluyor da o ses içimize böyle yerleşiyor? Ve nasıl oluyor da bunlardan bihaber oluyoruz?
İşte burada iki önemli bakış açısı var. Biri öbürüyle çelişmiyor sadece biri öbürünü derinden çalıştırıyor ve yeni bulguları gözler önüne seriyor.
Birincisi tabii Freud ve onun ünlü Oidipus karmaşası. Bu karmaşanın adını bir trajediden almış olması sıradan bir durum değil, zira burada çocukluğun bir trajedisi söz konusu. Oidipus’un trajik boyutuna vurgu yapıyorum zira çocukluk çağının böyle trajik bir boyutu var. Bu karmaşada söz konusu olan sadece çocuğun hem karşı cinsiyetten hem de kendi cinsiyetinden olan ebeveynine karşı beslediği aşk, rakip ebeveyne karşı duyulan nefret ve husumet duyguları, hatta öldürme arzuları değil. Söz konusu olan bu şiddetli duygulara esir olmuş çocuğun çaresizlik duyguları ve ebeveynlerine karşı uzun yıllara yayılmış bağımlılığı. Çocuğun çaresizliği benliğinin kısmen gelişmiş olmasıyla ve bu kadar şiddet yüklü duygulara karşı mücadele edecek bir iç mekanizma geliştirememiş olmasıyla alakalı. Ama bir diğer çaresizlik de çocuğun sadece aşk değil ama aynı zamanda nefret duyguları beslediği ebeveynlerine karşı çok bağımlı olmasıdır. Dolayısıyla çocuk ebeveynleriyle uzlaşmak zorundadır. Tabiatta insanoğlundan başka bu kadar uzun yıllar bakıma muhtaç başka bir tür yoktur. Bir de üstüne çocuğu şiddetten ve ensestten men edecek ruhsal bir merci henüz yok, yani duygu ve duygulanımlarını çalıştıracak, modere edecek, taleplerini yeri geldiğinde erteletecek bir iç sesi, bir iç kuvveti yoktur. Yani Freud’a göre üst benlik henüz ortada yoktur ve çocuk ebeveynlerinin yasaklamaları, telkin ve yönlendirmeleri doğrultusunda yavaş yavaş şiddet ve ensest içeren arzularından vazgeçiyor ve ebeveynlerin kısıtlamalarını içselleştiriyor, yani bu yasaklar artık içeriden geliyor. Ve en önemlisi çocuk akıl yaşı dediğimiz 7 yaşından itibaren bu çocukluk arzularını unutuyor ama bunlar bilinçdışında faaliyetini sürdürüyor.
Neden çocuk bu yasaklamaları içselleştiriyor? Freud’a göre çocuk bu yasaklamaları içselleştiriyor, zira çocuk özellikle erkek çocuk bedenine yönelik, özellikle de cinsel organına yönelik bir tehdit algılıyor, kastrasyondan korkuyor, zira duyumlarının en yoğun olduğu bölge cinsel organı. Bu korku ve dehşet duygusuyla erkek çocuk kendi kendini yasaklamaya, kendi kendine sınır koymaya, kendini gözlemlemeye, “iyi ile kötü” kategorilerini çevre değerlerine göre oluşturmaya başlıyor. Bu kızlarda biraz farklı, ama Freud’a göre kız çocuğu da penisin varlığı ve yokluğuyla yakından ilgili. Kendisindeki penis yokluğunu kastre olmakla bir tutan kız çocuğu erkek çocuktan farklı olarak babadan bir penis, sonra da bir çocuk istemeye başlar. Erkek çocuk penisini sağlama almak için cinsel ve saldırgan dürtülerine ket vurarak üst benliğini inşa ederken, kız çocuğu penis hasedinden vazgeçtiği ölçüde bir üst benlik inşa edebilir ve bu üstbenlik erkeğinkine göre daha zayıftır, hatta gelişmemiştir, tabii Freud’a göre. Bu görüş, tabii, birazdan ele alacağım bir kadın psikanalist tarafından, M. Klein tarafından çürütülüyor. Freud sonrası psikanalizin kurucu kavramları Klein (2012) tarafından ileri sürülürken, yeni bir üstbenlik modeli de inşa ediliyor.
Çocuğun ensest ve şiddet eğilimlerinden vazgeçmesini sağlayan bu üst benlik merciinden söz ederken, aslında onun olumlu yönünün altını çiziyoruz zira çocuk kendisine koyulan bu ensest yasağıyla aslında ailenin dışına çıkma ve cinsel partnerini ailenin dışında arama mesajını çok erkenden almaktadır. Bir başka deyişle, çocuğa bir tür haz alma izni veriliyor, tabii bu haz ancak bir yasakla mümkün oluyor. Oysa mesela nevrozlu kişi ebeveynle cinsel ilişkiye girme yasağını, ensest yasağını yaşamının birçok alanına yayar; şöyle ki, yasak olmayan şeyler de yasak kapsamına girer. Cinsel hayat başta olmak üzere genel anlamda haz veren şeyler yasaklanır.
Freud’un üst benlik modeli dürtülerin medeniyetle karşılaşmasıyla iç dünyamızın şekillenmesini sadece betimlemekle kalmıyor; aynı zamanda, bu şekillenmeyi mümkün kılan şeyin, kendimize has bir iç dünyamızın inşasıyla olduğunu, içinde kendi kendimize konuştuğumuz, kendi kendimize başkalarıyla da konuştuğumuz bir iç dünyanın olduğunu da gösteriyor. Bu iç konuşmalar olmadan bir vicdandan söz edilemez. Freud’un üstbenlik tasarımının bir başka boyutu ise kaynağını dış dünyadan, sosyal alanın kısıtlama ve taleplerinden alması.
Oysa M. Klein’daki üstbenlik modelinde sosyal alanın etkisi hiç yok; aksine başlangıçtan itibaren var olan bir iç dünyanın, bebeklik döneminin sadizminin ve onun sergilediği korkutucu ve fantastik karakterli imago’larla dolu bir iç dünyanın üstbenlik gelişiminde rolü var. Klein bu üst benliğe “erken üstbenlik” adını veriyor ve vicdanın gelişimini bu iç dünyanın kendine has özellikleriyle bebeklik çağından itibaren inceliyor (1933). Klein’ın bu zalim nitelikli erken üstbenliği sadizmin hizmetinde ve sınırsız haz istiyor, yani medeniyet inşasındaki temel yasakları hiçe sayıyor. Bu sadizm aksine medeniyet bozucu diyebileceğimiz bir niteliğe sahip. Erken üstbenliğin sadist niteliklerini Klein küçük çocukların analizinden elde ettiği bulgulara dayandırıyor. Freud’un Oidipus karmaşasındaki çocuğun yaşadığı korku burada daha çok dehşettir denilebilir.
Bu bulgulara göre Klein üst benliğin çok erken zamanlarda 1 yaşından itibaren, bebeğin süt emerken meme ile kurduğu ilk ilişkide oluşmaya başladığını ileri sürer. Bebek süt emerken sadece beslenmez; aynı zamanda, memeyle yoğun duygusal alışverişte bulunur ve bir takım duygu ve duygulanımları da içe atar. Klein’ın anne-bebek ilişkisinin tasviri Freud’da olduğu gibi idilik değildir, bebeklik Freud’da olduğu gibi yitik bir cennet değildir; aksine burada cehennemvari tasvirlerle karşı karşıyayız. Küçük çocuklarda son derece fantastik öğelerle bezenmiş bir üst benlikle karşılaşan Klein, çocuğun yenip yutulma, doğranma ve parçalara ayrılma korkusunu, tehlikeli imgeler tarafından kuşatılmaktan ya da takip edilmekten duyduğu dehşeti çocuk vakalarında ayrıntılı bir şekilde anlatır ve çok önemli bir tespitte bulunur. Tıpkı mitlerdeki ya da peri masallarında insan yiyen kurt, ateş kusan ejderha gibi korkutucu imgeler olduğu gibi çocuğun zihninde de böyle korkutucu imgeler vardır ve bu imgeler her ne kadar fantastik öğeler taşırsa taşısın, çocuğun anne babasıyla ve onların özellikleriyle doğrudan bir bağlantısı vardır. Ve şöyle bir soru ortaya atar Klein: “Nasıl olur da çocuk anne babasının böylesine fantastik, gerçeklikten bu kadar uzak imgesini yaratır? Bunun yanıtını Klein oyun ve resim yoluyla çocukların ruhsallığının en derin katmanlarına inmeyi başararak bulur. Bulduğu şey çocuktaki derin kaygı ve dehşet duygusu (bu normal çocuklar için de geçerlidir) ve aynı zamanda buna paralel çocuktaki saldırganlık eğilimleridir. Bu ikisi arasında yani korku ile saldırganlık arasında derin bir bağ olduğunu ileri süren Klein, çocuğun ilk nesne ilişkilerine, yani anneyle ve onun memesiyle kurduğu o arkaik ilişkiyi inceler. Bebeğin emzirme döneminden başlayarak ilk nesne ilişkilerini tasvir eder. Bebeğin memeyi sadece emmediğini ona saldırdığını hatta daha da ileri giderek onu parçalayarak muhtevasıyla birlikte kendisine katmak “istediğini” söyler. Açgözlü, gözü dönmüş, zalim vicdansız bir bebek vardır karşımızda. Bu bebekte bir “başka” mefhumu da yoktur, kendi ihtiyaçları hep ön planda olup, en ufak bir engellenme karşısında kendisini düşmanlarla çevrili hisseder. İşte bu şizo-paranoid dünyanın içinde yaşamına başlayan bebeğin bu arkaik ruh halini Klein kendini saldırganlıkla ifade eden ölüm dürtüsüyle açıklar ve henüz gelişmemiş bebeğin benliğinin bu ölüm dürtüsüyle baş edemeyip onu nesnelere yansıttığını ileri sürer. Bebeğin yaşadığı bu saldırıya uğrama ve zulmedilme kaygıları kendi saldırganlığıyla ilgilidir. Kendi içindeki ölüm dürtüsünü birinci etapta dışarıya yani bakım veren nesnelerine yansıtan ya da fırlatan bebek, daha sonra bu nesneleri içine attığında, yani içine aldığında bu saldırıya uğramış nesneler iç dünyasında varlığını sürdürecektir.
Peki, bu şizo paranoid konumdan ya da bebeğin daha sonra da çocuğun bu vicdansız halinden daha vicdanlı bir hale dönüşmesi nasıl olur? Çocuk tedricen gerçeklik duygusuna adım adım yaklaşırken annesinin kimi zaman iyi ve kollayıcı kimi zaman da kötü, yani yoksun bırakıcı olarak deneyimlemeye başlar. Yani başta vurguladığım bebeğin arkaik etiği, kötüyü dışarı fırlatan sadece iyiyi ruhsallığına katan tekçi etiği değişmeye başlar ve bebek annenin bu iki farklı yüzünün aynı kişide bulunduğunu keşfeder. Çocuk kendi saldırganlığının da aynı kişiye, yani sadece tükürüp dışarı fırlattığı nesneye değil aynı zamanda sevgi duyduğu annesine yönelmiş olduğunu keşfeder ve bu sefer bir başkası için kaygı duymaya başlar, zira kendi saldırganlığını da fark etmeye başlar. Duyduğu kaygı iyi nesnesine zarar vermiş olabileceğiyle ilgilidir ve suçluluk duyguları gelişmeye başlar. Çocuk birisi için tasalanmaya başlar. Bir başkasının, Öteki’nin keşfiyle ivme kazanan bu sürece Klein depresif konum adını verecektir. Çocuğun sadizmi daha yapıcı ve yaratıcı eylemlere dönüşür ve bu çocuğun oyunlarında, çizimlerinde çevresindeki kişilerle kurduğu ilişkilerde belirginleşir. Belirginleşen şey onarım yapma, nesneyi tamir etme çabalarıdır. Çocuk oyunlarında kırılan nesneyi işe yarar bir nesne haline getirir, ya da güzel-çirkin mefhumlarını geliştirerek içeride zarar görmüş nesneleri dışarıda güzelleştirmeye çalışır. Anneyi güzelleştirme çabaları belirgin olur. Velhasıl içerisi ile dışarısı arasındaki sınır belirginleşir ve içerisinin inşası da tıpkı dışarıdaki kazanımların inşası gibi gelişir, insancıllaşır.
İç dünyamızda vicdanın gelişimini anne ve baba figürlerinin gittikçe daha az korkutucu, daha çok sevilen nesneler olmaya doğru evrimleşmeleri üzerinden anlattım. Bunu anlatırken içimizdeki potansiyel öldürme ve ensest eğilimlerin altını çizen ve onları görmezden gelmeyen metinlere gönderme yaptım.
Bu gelişim tabii “yeterince iyi “diyebileceğimiz bir bakım veren ortamda gelişen, büyüyen çocuklar için. Buradan bazı çıkarımlar elde edebiliriz; bu çıkarımların özellikle çocuğun ilk ortak yaşam deneyimlerinde, anaokullarında ve tüm eğitim hayatı boyunca elzem olacağını düşünüyorum:
- Çocuklarda serbest ifadeyi, ama içinde saldırganlığın ve çocukluk cinselliğinin de ifadesini mümkün kılacak alanlar yaratmak ve bir tür profilaktik yani ileriye yönelik bir tür ruh sağlığını koruyucu müdahalelerde bulunmak. Melanie Klein çocuk analizine “profilaktik analiz” (1927) adını koymuştur ve onun çocuğun ilerideki yaşamında koruyucu bir işleve sahip olduğunu ileri sürmüştür.
- Çocuğun “bilme dürtüsü”nü (epistemofili) teşvik edecek düzenlemelere girişmek. Örneğin 2-3 yaşlarından itibaren çocukların anatomik cinsel farklar üzerine sordukları sorular, daha sonra dünyaya gelme ve bu konuda anne-babanın işlevi gibi sorulara yaşına uygun onun diliyle yanıtlar verecek uzmanlar eşliğinde anaokullarından itibaren soru sorma köşeleri yaratmak (ikna odaları değil).
- Sadece çocuklara değil, çocuğun saldırgan dürtülerini sadece baskılamakla yetinen, ya da kendi saldırganlıklarını çocuklarına yansıtan anne-babalara rehberlik edecek alanlar yaratmak.
- Tüm bu medeniyet yapıcı girişimlerde, çocuğun ve ebeveynlerin suçluluk duygularını sorumluluk duygusuna çevirmeyi hedefleyen onarıcı, somut girişimlerde bulunmak.
(1) 20 Nisan 2018 tarihinde Felsefeciler Derneği ve Cogito Dergisi’nin ortaklaşa düzenledikleri “Etik, İnançlar ve Eğitim” konulu sempozyumda sunulan bildiri.
KAYNAKÇA
Habip, B. (2012). “Melanie Klein Yapıtının Kurucu Kavramları”, Kuram İle Klinik Buluşunca içinde, Yapı Kredi Yayınları.
Freud, S. (1900). Düşlerin Yorumu, Çev. Emre Kapkın, Payel Yayınları, 2001.
Freud, S. (1901). Sur le Rêve, Gallimard, Coll. Folio Essais, 1990.
Freud, S. (1923). Le Moi et le Ça, Petite Bibliotheque Payot, 2010.
Klein, M. (1927). “Çocuk Analizi Sempozyumu”, Sevgi, Suçluluk, Onarım içinde, Kanat Yayınları, Haz. B. Habip, (2012, ikinci baskı).
Klein, M. (1933). “Çocukta Vicdanın Erken Gelişimi”, Sevgi, Suçluluk, Onarım içinde, Kanat Yayınları, Haz. B. Habip, (2012, ikinci baskı).