cogito81-annelik

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Cogito’nun “Annelik” dosyasının çıkış noktası, muhafazakâr bir annelik tasavvurunun, bu tasavvurdan beslenen “ideal annelik” normlarını temel alan düzenlemelerin giderek artan biçimde kadınları hizaya sokmanın aracı olarak kullanılmasıydı. Nüfusun her açıdan denetimini amaçlayan biyosiyaset pratiklerinin annelik alanına uzanışı, kadınlığın annelik üzerinden bir siyasal mücadele alanına çevrilişi elbette ne yeni ne de sadece muhafazakâr toplum mühendisliğine özgü. Hem dünyada hem Türkiye’de feminist teorinin ve kadın hareketinin çeşitli evrelerinde hep tartışılmış, üzerine düşünülmüş bir gerilim ve dayatma söz konusu. Bu gerilimin izini Batı felsefesinin ve kültürünün başlangıç ânına kadar süren yazılarla açıyoruz Annelik dosyasını.

“Mağara”dan çıkışla ulaşılan soyut idealar düzeninin katılığında kırılmalara yol açma potansiyeli taşıyan, “yeni”yi davet eden bedenli, kanlı canlı bir varoluş tecrübesi olarak annelik ve doğurganlık ilkesi Çiğdem Yazıcı’nın “Varlık, Varoluş, Söz ve Doğum” başlıklı makalesinin esas izleği. Yazıcı, rasyonalist Batı felsefesinin başlangıcını imleyen mitos/logos ayrımında, varlık ve varoluş meselesinin doğurganlık ve yenilik ilkesindense ölüm ve ölümsüzlük ilkelerine bağlanışı üzerinden bir annelik okuması yapıyor. Logos geleneğinin kendini hep aynı olarak tekrar eden soyut kavramlarına karşı, doğan her şeyi içine alarak besleyen unutulmuş bir varoluş tecrübesini düşünceye sokan khora ilkesi, varoluşu doğum ilkesiyle birlikte düşünmenin imkânı olarak sunuluyor.

İDEOLOJİ, İNKÂR VE TAHRİP OLMUŞ ARA ALANLARIN ÜÇGENİNDE KADINLIK VE ANNELİK

Söyleşi : Stella Ovadia – Bella Habip

BH: Cogito’nun “Annelik” konulu çok disiplinli alanlara işaret ederek hazırladığı bu argüman içinden bazı temaları birlikte konuşma önerime olumlu yanıt verdiğin için teşekkürler. Türkiye’deki kadın hareketinde iz bırakan kadın mücadelecilerden birisin. Bir diğer özelliğin de psikanalist olman. Annelik konusunu, kadınlık durumuyla birlikte, sosyal olguları içeren bir ruhsallık çerçevesinde, psikanalizin ruhsallığı çerçevesinde birlikte konuşmayı öneriyorum.
Öncelikle argümanda gözüne çarpan ve konuşulmasını istediğin bir husus var mı?
SO: Argümanda ”erkek politikacıların neredeyse biyolojik bir kaderden kuşku duymadıkları”ndan söz ediliyor. Gerçekten de biyolojik düzlem bizi ne kadar bağlar? Yalnızca biyolojik düzlem üzerinden konuşamayız. İnsanı hayvandan ayıran şeyler var. Biyolojik düzlemle toplum üretemeyiz. Kadınlara karşı üretilen en temel ırkçılık var burada. Hâlihazırdaki siyasi söylemin ana teması bu işin neredeyse biyolojik bir kader olması; bu yanlış bir varsayım.
BH: Evet, ölüm de, deprem de, sel de birer kader. Ama toplumsal olarak bu kaderleri daha insani boyutlarda yaşamamız için projeler üretiyoruz, hangi politik alana dâhil olursak olalım.
SO: Artık teknoloji diye bir şey var, doğurganlığın kontrol edildiği bir çağdayız. Bunun kontrol edildiği bir çağda kader olamaz. Kaldı ki kadınlar bu kontrolü her çağda sağladılar ve bu yüzden de her zaman erkeklerin saldırısına, tepkisine uğradılar. Kadınlar bunun için cezalandırıldı, hatta yakıldı. Biyolojik kader denilen şey zaten bizim topluluk içindeki insan düşüncemizin dışında.
BH: Evet salt hormonlar tarafından düzenlenmiş bir yaşama sahip kendi başına bir kadından, kendi başına bir erkekten söz etmek zaten abes. Her bedenin toplumsal bir aidiyeti, toplumsal cinsiyeti ve tabii biz psikanalistler için elzem olan cinsel dürtüleri ve onların etrafında bilinçdışı senaryolarla, düşlemlerle inşa edilmiş, örgütlenmiş ruhsal bir hayatı var.
SO: Biyolojik kader bir çiçeğin kaderi olabilir, bir hayvanın kaderi olabilir, biz kadınların kaderi olamaz. Kadınların erkeklerden farklı olduğu, farklı misyonlara sahip olduğu, bu misyonun yerine gelmesi gerektiği üzerine oluşturulan söylem Eski Ahit’ten beri bütün dinlerde var. Oysa annelik mesela doğurganlıkla gelen bir özellik değil. Süt annesi geleneğini al. Çocuk bakımının sonradan öğrenildiği açık. Bu bir kader değil, kadınları evde tutmanın, köleleştirmenin en baş argümanı. Ki zaten kadınlar bu kaderi kontrol altına alabilmenin yollarını her çağda aradılar ve her zaman buldular.
BH: Bu tür söylem tıp dünyasından alınmış ve politik amaçlara uyarlanmış. Freud’un ünlü “Anatomi kaderdir” deyişini hatırlayalım. Evet. Hayvansal ya da bitkisel dünyanın özelliği doğal koşulları, doğanın “programını” eksiksiz uygulamaktır. Onların “bir” kaderi var: doğmak, üremek ve ölmek. Kedi Mart ayında çiftleşmenin yollarını arar, çiçek baharda açar. Yaşamın devamlılığı programlıdır. Ancak insan örneğin doğum ve üreme konusunda bu programı bozabiliyor. Zira insandaki kader ya da bugünkü yerel jargonumuzdaki “fıtrat” çok boyutludur. Kadınlar örneğin kimi sosyal ve psikolojik koşullarda doğanın programını bilinçli olarak değiştirmek zorunda kalıyorlar. Ama aynı zamanda bilinçdışı süreçlerle de buna engel olabiliyorlar. Hamile kalmak isteyip de hamileliğin psikolojik süreçlerle engellendiği pek çok kadın var günümüzde örneğin. İnsandaki bilinçdışı istem de bilinçli istem kadar etkili olabiliyor.
Politikacılar bir tür sahte determinist argüman kullanarak kadını doğurganlığa hapsediyorlar: diyorlar ki madem doğanda doğurmak var doğurmak zorundasın. Ben burada daha vahim bir şeye işaret etmek istiyorum. Kadını tek boyutlu hale getirmek de değil mi burada söz konusu olan? Evet, kadının bir doğası var fakat o doğa o kadar çok katmanlı ki. O çok katmanlı doğanın serpilmesi için alan açacak yerde (erkekleri eğitmek, kreş açmak, ruh sağlığı hizmetleri vermek, bebek için ve çocuk için anne-babaya pedagojik destek vermek,..vb) iktidar kadının salt doğurganlığı üzerine politikalar üretiyor. Vahim bulduğum şey şu: kadını tek bir boyuta indirgemek, öznelliğini yok saymak. İktidar kadın için bir şema yaratıyor ve kadını onun içine hapsediyor. Kadını tuzağa düşürmek, eve hapsetmekten de vahim olan bence onun tüm varlığını, tüm öznelliğini tek boyutluluğa indirgemek.
Burada siyasi iktidar kendi ideallerine uygun bir şemayı dayatıyor. İdeal konusu ideolojik yaklaşımı çağrıştırıyor.
SO: Evet modeller, olması gerekenler söz konusu burada; deneyim üzerinden politika üretmek değil. Siyasiler kendi çıkarlarına göre nasıl olması gerektiğini savunuyorlar. Oysa tek tip bir kadınlık yok: doğuranı, doğurmak istemeyeni, evleneni, evlenmeyeni var. Eşcinsel tercihleri olan kadınlar var.
BH: Evet. “Düşüncenin deneyim karşısında özgürleşmesi”nden söz eder H. Arendt . Oysa ideoloji körleştirir. Olması gerekenleri görmek var, olanları değil. Gerçeklikle kurulan ilişki ağır bir hasara uğruyor. Kadın konusunda ben bunu tespit ediyorum. Kadının ihtiyaçlarının ne olduğuna bakmaktansa, kadının nasıl olması gerektiğine bakılıyor. Gülmemeli, hamileliğini gizlemeli, hamile kadın sokakta eşiyle görülmeli..
SO: Bu bütün ideolojik iktidarlarda böyle oldu. Özellikle totaliter ideolojik iktidarlarda böyle oldu. Kadını kilise, mutfak ve çocuk üçgenine kapatmak isteyen Nazileri ve meşhur üç K’yı hatırla: kinder-çocuk, küche-mutfak, kirche-kilise. Nazizm de aynı şemada, olması gerekenler ve yanılsama merkezinde gelişti.
BH: Evet, Naziler örneğin diğer ırklardan arındırılmış, “üstün” diye varsayılan salt Germen ırkından mütevellit bir ulus projesinin gelecek yılların dünyası olarak savundular ve bunu hayata geçirdiler.
SO: İdeolojisiz toplum var mı ki? Demokrasideki mesela şeffaflık yüzde yüz işliyor mu?
BH: Belki burada bazı nüansların üzerinden atlamamak gerek. Şeffaflık konusu bütün iktidarların yumuşak karnı. Ama ideolojik bir toplumu ideolojik olmayan bir toplumdan ayıran belli başlı özellikler var. İdeolojik olmayan toplumlarda gerçeklikle kurulan ilişki daha sağlıklı örneğin. Siyasi kararlar yalnızca neyin nasıl olması gerektiği yönünde değil, gerçek ihtiyaçlar doğrultusu göz önüne tutularak alınıyor. Örneğin ezbere söylemleri çürüten gerçekçi argümanların siyasete daha çok katkısını görüyoruz gerçek demokrasilerde.
SO: Totaliter ideolojik bir toplumla totaliter ideolojik olmayan bir toplum demek daha doğru.
“Bunu böyle mi yapmak lazım?” sorusunu çok duyuyorum işimde.
BH: Bu, ideolojik arka planı güçlü otoriter bir toplum olmamızla çok alakalı bence. Devlet ideallerinin damgasını vurduğu eğitimlerden geçtik.
SO: Tabii bu idealler hiç sorgulanmıyor.
BH: Evet çünkü içinde yanılsamayı barındırıyor. İdeolojiye psikanalizin penceresinden bakarsak, benlik ideali ile ve idealleştirmeyle yakından ilgili olduğunu görürüz. İdeoloji üzerine kapsamlı bir çalışma yapmış olan R.Kaës ideolojiyi birincil narsisizmin etkilerini dönüştüren bir sistem olarak tarif ediyor. Birincil narsisizm bebeğin henüz benliğinin entegre olmadığı ama aynadaki imgesinden hareket ederek bir bütünlük, tamamlanmışlık yanılsamasına kapıldığı durum şeklinde özetlenebilir. Bebek, henüz nörolojik donanımı yetersizken, yani kendisini parça parça hissederken, ayna karşısında ona yansıyan imgede kendisini bir bütün olarak görüyor ve bundan müthiş bir keyif alıyor. Bebeklerin ayna önündeki gülücükleri bu ilk narsisizmin gevşetici, aldatma temelinde mutluluk verici etkileridir Lacan’a göre. Bir başka deyişle birincil narsisizmin ilk aldatıcı etkisi sahte bir bütünlük, tamamlanmışlık duygusu vermektir denilebilir. Oysa yaşam bize sürekli eksiğimizi gediğimizi hatırlatıyor.
Günümüzün ideolojik söylemlerinde de böyle bir sahte ideal kadına rastlıyoruz. Bu kadın asık suratlı, hareketleri, seçimleri kocasınınkilerle koşut, iktidarın nüfus planlayıcılığının nesnesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir robottan farksız olan bu kadın gerçek üstü bir varlık yani ideolojik, dolayısıyla sahte bir varlık oluveriyor. Kadının doğasından söz ediyorlar ama hamilelik döneminde mesela en basitinden yürüyüşün ne kadar önemli olduğunu unutmuşa benziyorlar. Bir erkeğin o kadına mutlaka eşlik etmesinin hamileliğin seyrine doğa açısından en ufak bir katkısı olmadığını bile bile. Kahkahaya gelince o da ayrı bir ideolojik maskaralık. Bir kahkahanın 2 kilo pirzolaya eş değer olduğu geleneksel söylemlerde yer almışken, mutluluğun psikosomatik tıptaki etkisi kanıtlanmışken, birileri çıkıp kadınlarda kahkahayı “tasvip” etmiyor.
Şimdi gelelim kadın hareketine. Meşhur, “karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” lafını kullanan hâkimden bu yana (1987) epeyi zaman geçti. Ne değişti sence?

Bu söyleşinin devamına ulaşmak için Kültür ve Psikanaliz adlı kitabıma ya da Cogito’nun Annelik başlıklı sayısına başvurmanız gerekmektedir.

}